Hoşgeldiniz Ziyaretçi. Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Son İletiler

Sayfa: 1 ... 7 8 [9] 10
81
Ahkaf Suresi - Ad Kavmi / Ahkaf Suresi - Ad Kavmi
« Son İleti Gönderen: T.Taşpınar Ekim 24, 2010, 01:29:20 ÖS »
AD KAVMİ’NİN YERİ  -  AHKAF BÖLGESİ - AHKAF SURESİ   



AD KAVMİ'NİN YERİ    “AHKAF BÖLGESİ”

Ahkaf (Dehna): Necid, Yemen, Hadramevt sıradağlarıyla çevrili bir kum deryasıdır. İçine girmeye kimse cesaret edemez. Haritalarda boş ve meçhul arazi olarak gösterilmektedir. Hadramevt'in kuzeyine isabet eden yerlere, Ahkaf denir. Dehna, mamuriyetten uzak bir yer olup, üzerinde kuş uçmaz. Ağaç değil, ot bile bitmez. Afrika'nın büyük sahrasından bile beterdir…

... Necd Yaylası'nın kuzey ve güneyinde büyük kum çölleri yer alır. Güneyde, “dünyanın en büyük kesintisiz kum çölü” olan Rubülhali (650.000 km2) Suudi Arabistan'ın dörtte birinden fazlasını kaplar…
http://www.yaklasansaat.com/eski_kavimler/ad/ad.asp

Suudi Arabistanın " Boş Bölge" adı verilen yerde, Rub-Al-Khali'de tuhaf bir arazi var. Burası siyah cam, beyaz kaya ve demir kırıklarıyla kaplı. Bu bölge dünyaya ilk kez 1932'de Harry st. John Abdullah Philby tarafından tanıtıldı. Buraya bedeviler Al-Hadida adını veriyorlar. Hadid ise Arapça da demir anlamına geliyor.

Kuran-ı Kerim'de ve klasik Arap metinlerinde yer alan bir kıssa var. Bu kıssalarda, Ad adında bir kral ve onun başında bulunduğu kavmin sakinlerinden bahsediliyor. Bu putperest kral ve tebası, Allah'ın peygamberini alaya alıyorlar ve Allah da Ubar'ı şiddetli bir rüzgarın getirdiği, karanlık bir bulutla helak ediyor.

Rehberleri Philby'a, bu helak olmuş şehri görmesi için gitmeyi teklif ettiklerinde Philby memnuniyetle kabul etti. Ve raporuna bu yerin adını “Wabar” olarak kaydetti. Bu isim  “saplanmış, batmış”  anlamına geliyor.

Fakat Philby'ın bulduğu kayıp şehir Ubar değil. Göklerden gelen bir afetin meskeniydi, bir meteorit vuruşunun. Meteoritin arkasında bıraktığı izler incelendiğinde patlama 12 kilotonluk bir nükleer infilaktan farksızdı ve Hiroşima bombasıyla boy ölçüşecek düzeydeydi. Neredeyse dünyaya düşen tüm meteorlar kayalara yada üstü toprakla kaplı kayalara düşmesine karşın Wabar meteroiti hepsinden farklı olarak yeryüzünün en büyük kum denizinin ortasına düştü. Son derece kuru ve izole bir bölge olan bu çöl jeolojik açıdan bir meteorun korunabileceği belki de dünyadaki en uygun yerdir…


… Çarpma noktasında meteor parçalarıyla, lokal kumdan oluşan koni şeklinde bir örtü havaya püskürdü. Bu akışkan,siyah camsı kayaları oluşturdu. Erimiş kayanın, akkor halindeki örtüsü, meteroit yere temas eder etmez, hızla genişledi ve meteroitin kendisi ise, ilk birkaç mili saniyede sıkıştı ve düzleşti. Bir şok dalgası meteroiti sürükledi. Geride kalanlar ise küçük parçalar halinde saçılıp, kıymık kıymık oldular. Bazı parçalar, bu örtü tarafından yutuldu. Fakat çoğu kaçtılar ve kumda 200 m. aşağıya indiler. Bunlar orijinal meteroitin bozulmamış kalıntılarıdır.

Bir şok dalgası da, aşağı doğru hareket etti ve yukarıdaki kumu karıştırarak ısıttı. Cam topakların içerdiği demirin kuma oranı gösteriyor ki, eriyen kumun hacmi meteorunkinden 10 kat fazladır ve bu oran 27m. yarıçaplı bir küre için geçerlidir. Bu hacmin dışına çıkıldığında, şok dalgasının etkisi zayıflamaktadır. Artık kumu eritemeyen şok dalgası, ancak onu yoğunlaştırarak küçük kayalar haline getirebilir.

Bundan sonra şok dalgası, yüzeyin püskürmesine neden oldu ve bu olduğunda kumtaşı, köpüğümsü camla yeniden etkileşime girdi. En büyük krater, 2 saniyenin biraz üzerinde oluştu, en küçüğü ise 1 saniyenin 4/5 inde oluştu. İlk başta kraterler daha büyüktü bu ise geçici bir durumdu, çünkü birkaç dakika sonra, gökyüzünden geri dönen materyal kraterlerin hacmini azalttı. En büyük geçici krater, büyük ihtimalle 120 m. çapındaydı. Orada bulunan tüm kum, bir mantar bulutla süpürülüp, binlerce metre havada yükseldi ve muhtemelen stratosfere ulaştı .


Peki tüm bunlar ne zaman oldu? Fizyon izi analizi ile yapılan deneylerde, tarih 6400 yıl önce olarak saptandı. Bu sonuçlar British Museum ve Smithson Enstitüsüne ait sonuçlardır. Farklı tarihlerden de bahsedilmektedir.
Kaynak: Scientific American, Kasım 1998, çev. Gökben Coşkun.   
http://www.yaklasansaat.com/eski_kavimler/ad/adkum.asp


AHKAF SURESİ: 21, 22

21. Ad kavminin kardeşini (Hud'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.

22. "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.

Kuran’ın birçok ayetinde Ad kavmi’nden bahsedilir. Ancak Ad kavminin yaşadığı yer olarak “Ahkaf” bölgesi olarak belirlenir. Bu nedenle Ad kavminin yaşadığı bölgenin haitadaki yerini görmek için “Ahkaf Suresi”ne yönlenmek gerekir. Ahkaf Suresinin 21. ayetinde Ad Kavminden ve Ahkaf bölgesinden bahsedilmektedir. Ahkaf denilen bölge, bugün Suudi Arabistan’ın güneyinde, dünyanın en büyük kesintisiz kum çölü olarak bilinen Rub’al Khali çölüdür. Zaten “Ahkaf” kelimesi de “kum tepeleri”anlamına gelmektedir.

Surenin adı suresinin 21. ayetindeki “Ahkaf” kelimesinden gelmektedir. Burada doğrudan surenin numarası değil, adı ön plana çıkmaktadır. (Sebe Suresinde de Sebe halkının yaşadığı yer, ayet numaraları ile belirlenmişti.)

Burada önemli olan konu tıpkı geçtiği ayetin numarası gibi,Ahkaf olarak bilinen bu çölün ortasına en yakın olarak geçen enlemin numarasının da 21 olmasıdır. Yaklaşık 6400 yıl önce düştüğü tahmin edilen Wabar meteorunun parçalara ayrılarak kraterler oluşturduğu Wabar kraterleri olarak bilinen yerlerin de 21 ve 22. enlemlerin tam ortasında 21. 30 enleminde bulunmasıdır. Dikkat edilirse Ahkaf Suresinin 22. ayetinde “bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir” şeklinde bir ifade vardır. Düşen bu meteor demir-nikel karışımı olup Hiroşima’ya atılan atom bombası ile kıyaslanabilecek bir etki oluşturduğu kaynaklarda geçmektedir. Ayetlerde Ad kavminin önce bu patlamayı bir bulut sandığı, ardında çok şiddetli bir rüzgarın onları helak ettiği belirtilmekte ve bu etkiler güçlü bir nükleer patlama etkisi yapan meteor çarpmasının sonuçlarıyla örtüşmektedir.

Sebe Suresi ve Ahkaf Suresiyle ilgili olarak önemli bir özellikten daha bahsetmek gerekir. Sebe Suresinde de tıpkı Ahkaf Suresi gibi sureye adını veren ayette geçen bir coğrafi bölge söz konusudur. Her iki surede de suredeki anlatımların akışı, tam olarak coğrafi bölgenin enlem değeri olan ayet numarasına gelince birden değişir ve sureye adını veren bölge ve olaylardan bahsedilir. (Sebe Suresinde 15. ve 16.ayetlerdi) Sanki tam olarak sureye adını veren ayetin numarasının, coğrafik olarak enlem numarasına denk gelmesi özellikle sağlanmış gibidir.


Alıntı
Ahkaf Suresi: 21, 22

21. Ad kavminin kardeşini (Hud'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.

22. "Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.



Ahkaf Suresi ve Wabar meteoru ile ilgili iddialarımıza dair internet ortamında bazı kişilerce yapılan itirazlara cevap olarak verdiğimiz aşağıdaki bilgileri dikkatinize sunmak istiyoruz.

[Wabar meteoru ile ilgili olarak sitemizde şöyle bir açıklama var:

“Peki tüm bunlar ne zaman oldu? Fizyon izi analizi ile yapılan deneylerde, tarih 6400 yıl önce olarak saptandı. Bu sonuçlar British Museum ve Smithson Enstitüsüne ait sonuçlardır. Farklı tarihlerden de bahsedilmektedir.”
Kaynak: Scientific American, Kasım 1998, çev. Gökben Coşkun.
http://www.yaklasansaat.com/eski_kavimler/ad/adkum.asp

Dikkat ederseniz bu sonuçların ait olduğu kurumlar belirtildikten sonra,”farklı tarihlerden de bahsedildiği” açıklanmıştır zaten. Herhangi bir gizleme, yanıltma gibi bir yola gidilmemiştir. Hem 6400 yıl önce bu meteorun düşmesi de tek başına Ad kavminin başına geldiği söylenen felaketle ilgili olduğu sonucuna mutlak olarak götüremez. Çünkü, Ad kavminin 6400 yıl önce yaşadığı kesin değildir, hangi yıllar arasında yaşadıkları konusunda da kesin bir bilgi mevcut değildir. Zaten meteorun düştüğü yerde bir şehir kalıntısına da rastlanmamıştır. Binlerce yıl önce Ad kavminin Ahkaf olarak bilinen yurtlarında bu meteorla ilgisi olmayan başka bir felaket olmuş ve bahsettiğiniz kaynakları ve iddiaları doğru olarak kabul edersek yaklaşık 300 yıl kadar önce de bu bölgeye bir meteor isabet etmiş olabilir. Ancak, Ad kavminin de yurtlarında yine binlerce yıl önce başka bir meteor düşmüş olması da ihtimal dahilindedir. Hatta aynı bölgeye binlerce yıl arayla iki kez meteor düşmüş olabilme ihtimali de vardır teorik olarak. Böyle bir şey kesinlikle olamaz diyebilir misiniz?
Aslında bu konuda önemli olan da bunlar değildir. Wabar meteoru adını efsanevi Ubar şehrinden almaktadır. UBAR adının İngilizceye uyarlanmış hali WABAR’dır. Bu şehir, Allah tarafından peygambere uymadığı için felaketle cezalandırılan Ad kavmine atfedilmektedir.

Önemli olan husus şudur:

Ayette Ahkaf olarak bilinen bir coğrafyadan ve orada yaşayan Ad kavminin başına gelen büyük bir felaketten bahsedilmektedir. Bugün yeryüzünde Ahkaf olarak bilinen tek yer Hadremevt ‘in kuzeyi olarak bildirilen Rab’ul Hali çölüdür. Bir de, sadece kelime anlamlarını dikkate alarak bakalım: Ahkaf, “kum tepeleri” anlamına gelmektedir. Bahsi geçen ayetin bulunduğu surenin adı da Ahkaf suresidir. Sitede verdiğimiz bilgilere ve kaynaklara dikkat ederseniz, Rab’ül Hali çölünün dünyadaki en büyük kesintisiz kum çölü olduğunu görürsünüz. Hem coğrafi tarif olarak bu çöl gösteriliyor Ahkaf için, hem de kelime anlamı olarak surenin adı gibi Ahkaf =kum tepeleri anlamını dünyada en çok hak eden yer oluyor. İşte tam bu coğrafyanın merkezine en yakın geçen enlemin numarası da tıpkı bahsi geçen ayetin numarası gibi 21 olmaktadır. Dikkat ederseniz, surenin ismi belli bir coğrafyayı işaret etmekte, ayetin numarası da buna paralel olarak yine aynı coğrafyayı işaret etmektedir. Bütün bu özellikler yetmezmiş gibi Ahkaftan bahsedilen 21. ayetin hemen ardından gelen 22. ayette “ Hadi, doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" şeklinde bir söz geçmektedir. Tam da 21.enlem ile 22. enlemin tam ortasına denk gelen yerde, Ad kavmine atfedilen şehir olan Ubar’dan adını alan Wabar meteorunun oluşturduğu krater vardır. Üstelik belli büyüklükte bir meteorun nükleer patlama benzeri bir etkisinin olması ve ayetlerde Ad kavminin helakı ile ilgili bahsedilen kuvvetli rüzgar vs. gibi olayların bu etkileri çağrıştırması da ayrıca önemlidir. Böyle bir meteor, tam olarak o enlemler arasına düşmüş ve Ad kavminin şehri olarak efsaneleşen Ubar’dan Wabar olarak ismini almış ise, daha geçen yıl düşmüş bile olsa ayetler açısından çok anlamlıdır.]

82
KURAN’IN KORUNDUĞUNUN İŞARETLERİ


Kuran-ı Kerim’in Müddessir Suresinin 30. ayetinde geçen 19 sayısı ile ilgili olarak, bu sayının Kuran’ın korunmasına yönelik bir sayısal sistemin mucizevî bir şekilde Kuran’a yerleştirilmiş olduğuna dair iddialar vardır. Ancak bahsedilen bu sayısal verilerden birinde, Kuran’daki toplam ayet sayısının numarasız Besmelelerle birlikte 6346 ayet olduğu ve bu sayının 19x334=6346 eşitliğini sağlayacak şekilde 19’un tam katı olduğu ve ayrıca 6346 sayısını oluşturan 6+3+4+6 toplamının da 19’a eşit olduğu belirtilmektedir. Fakat ayet sayısının numarasız Besmelelerle birlikte 6346 olarak belirtilmesi ve Kuranda 112 adet numarasız besmele olması, toplam numaralı ayet sayısının da 6234 olarak kabulünü gerektirir. Oysaki Kuran-ı Kerim’de 6236 numaralı ayet vardır.

19 sisteminin savunucuları bazı durumları gerekçe göstererek Tevbe suresinin son iki ayeti olan 128. ve 129. ayetlerini Kuran’a dahil etmezler ve bunların Kuran’a sonradan eklendiği fikrini savunurlar. Ancak Yüce Allah’ın Kuran’da bildirdiği bazı ayetler göz önüne alındığında bu fikre katılmak mümkün değildir.

Enam Suresi 115. ayet: Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

Hakka Suresi:  43. (O Kuran), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir 44. Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, 45. Elbette onu kıskıvrak yakalardık. 46. Sonra onun can damarını koparırdık. 47. Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız.

Hicr Suresi 9. ayet:  Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.
 
Fussilet Suresi 42. ayet: “O, eşsiz ve pek kıymetli bir kitaptır. Öyle bir kitaptır ki batıl, ona ne önünden, ne ardından, hiçbir taraftan yol bulamaz. O hakim ve hamid olan Allah tarafından indirilmiştir.”

Yukarıdaki ayetler göz önüne alındığında Kuran’dan olmayanın, yani Allah katından olmayanın Kuran’a dahil edilebilmesinin mümkün olamayacağı kabul edilmelidir. Yüce Allah Kuran-ı Kerim’i koruyacağını bildirmiştir ve bu koruma ileriki bir zamana ertelenen bir koruma değildir. 19 sisteminin savunucuları 1974 yılında keşfedilen bu 19 sistemi ile Kuran’a ait olmayan iki ayetin yani Tevbe Suresi 128. ve 129. ayetin ortaya çıkarıldığını savunmaktadırlar. Oysaki Yüce Allah, batıl olanın ona “hiçbir zaman” yaklaşamayacağını ve Allah kelamı olmayan bir şeyi eklemeye kalkışanın (peygamber dahi olsa) can damarının kesileceğini belirtmektedir.
   
Tevbe Suresinin son iki ayetini inkâr edenlerin iddialarını kabul etmek Yüce Allah’ın vaadini yerine getiremediğinin kabulü anlamına da gelecektir. Zira Yüce Allah bu korumanın her an olacağını bildirmiş, yaklaşık 1400 yıllık bir süre sonra böyle bir korumanın harekete geçeceğine dair bir işaret de vermemiştir. Çok açık bir şekilde, Allah kelamı olmayan bir sözün Kuran’a girse bile sonradan bunun 19 sistemiyle çıkarılacağını değil, hiçbir zaman Kuran’a giremeyeceğini bildirmektedir. Ayrıca 19 sistemi Yüce Allah’ın takdirine bağlıdır ama Yüce Allah 19 sistemiyle bağlı değildir. Yani, bu sistemi Kuran’ın nerelerine yerleştirip yerleştirmeyeceği konusunda takdir tamamen O’na aittir ve “toplam ayet sayılarında da olmalıydı” gibi bir varsayımla Kuran’ın ayetlerini Allah katından saymamak, sadece, kendi zanlarımızı Yüce Allah’ın iradesinin üstünde tutmak anlamına gelir. Aslında ayet sayılarındaki bu takdir, Yüce Allah’ın imtihanının önemli bir parçası da olabilir.



7&19 İKİZKOD (EL-MESANİ)
 
KURAN'IN MATEMATİKSEL SİSTEMİ

Yaptığımız araştırmalarda bu kitapta yer alan yeni bilimsel bulgulardaki bilgilerin Kuran ayetlerinde mucizevî anlatımlarla da bire bir uyuşması, Kuran’ın korunmuşluğuna büyük örnekler teşkil ettiği gibi, Kuran’daki matematiksel sistemle ilgili olarak (yine Kuran ayetlerine dayanılarak) Kuran’da ikili bir kilitlenmeyle vahyedildiği anlaşılmıştır.

Bu konuda uzun yıllar araştırmalarını sürdüren İmran Akdemir’in “İkizkod 7&19” adlı kitabında ortaya koyduğu Kuran’ın matematiksel sistemi,  7 ve 19 sayılarının birbirleriyle kilitli bir şekilde ikili bir yapı arz ettiğini ortaya çıkardı. Kuran’ın matematiksel sisteminin en büyük dayanağı Hicr suresinin 87. ayeti olarak gösterilir.

Kuran-ı Kerim’den bu iddiayı destekleyen yüzlerce veri ortaya konmaktadır. Kuran’da kilitlenmiş olarak bulunan birçok parametre, sayısal bir sistem olarak 7 ve 19’un birlikte kilitlendiğini göstermekte ve Tevbe suresinin 128 ve 129. ayetlerinin de Kuran’ın öz iki ayeti olduğunu gözler önüne sermektedir. Aşağıdaki linkte İkizkod kitabını ücretsiz indirerek okuyabilirsiniz.




83

İSRA: 13 - BOYUNA BAĞLANAN KUŞ: “TİROİD BEZİ"


TİROİD BEZİ

 
Yukarıdaki resimlerde Tiroid bezinin vücutta bulunduğu haliyle ve şekliyle görüntüsü bulunmaktadır.
Aşağıdaki resimde ise Tiroid bezinin vücutta bulunduğu şekliyle değil, açık bir kesit halindeki görüntüsü vardır.

Hemen hemen her insan, aşağıdaki Tiroid bezi görüntüsünü herhangi bir şeye benzetecek olsa, çok büyük ihtimalle kuşa ya da kuşun kanatlarına benzetecektir.


İsra suresi 13. ayet meali (Elmalılı Hamdi Yazır)
Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar.

(Tefhim-ul Kuran/ İsra: 13)
Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.

Yukarıda verilen meallerin dışındaki diğer birçok mealde, ayetin Arapça aslında “taire” olarak geçen kelime gerçek anlamı olan “kuş” yerine, mecaz anlam olarak “amelleri, işledikleri” gibi anlamlar yüklenmektedir. Ancak gerçek ve birincil anlamı olan “kuş” olarak anlaşıldığında yine Kuran-ı Kerim’in (Zumer Suresi 23.ayet anlamında) diğer bir mucizesine tanık olmaktayız.

Bu ayetin yukarıda verilen meallerinde, her insanın kuşunun “boynuna bağlandığı (takıldığı) veya dolandığı” vurgulanmaktadır. Tiroid bezinin açık kesit halindeki görüntüsüyle vücuttaki doğal duruşu olan “bağlanmış –dolanmış” görüntüsü karşılaştırıldığında ayette neden boyuna bağlanma ya da dolanma gibi fiillerin kullanıldığı daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Çünkü açık kesit halindeki görüntüsünün boyuna bağlamış –dolanmış hali, Tiroid bezinin vücuttaki doğal duruş ve görüntüsünü oluşturmaktadır.

Ayetin anlatımlarını genel olarak düşündüğümüzde, zaten gerçekte boyuna bağlı bir kuştan bahsedilmiş olamayacağı açıktır. Ancak anlatım çok özel bir deyimle pekiştirilmiştir. Bu özel deyim çok çarpıcı bir şekilde, Zumer Suresi 23. ayet anlamında mucize içeren ikili anlamlar olduğu yönündeki beyanatı destekler niteliktedir.

Ayrıca yukarıda anlatılan şekilsel benzerliklerin yanında bahsedilmesi gereken anlamsal bazı bağıntılar da bulunmaktadır. Tiroid kelimesinin etimolojik kökeni araştırıldığında, ayette “boyun” anlamında geçen “unuk” kelimesinin içerdiği diğer anlamlarla çok ilginç bir benzerlik gösterdiği fark edilmektedir.


  tiroid ~ Fr thyroïde gırtlak üstü bezi ~ EYun thyroeidēs kapı gibi olan < EYun thýra kapı ~ HAvr *dhurā- < HAvr *dhwer- kapı  der1, +oid.
• İki kanatlı kapıya benzeyen şeklinden dolayı.
http://www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=tiroid&x=23&y=6

Yukarıdaki kaynakta da açıklandığı gibi “tiroid” kelimesi kapı gibi olan ve kapı anlamlarını içermektedir. İlginç bir şekilde ayette geçen “unuk” kelimesi de kapı kelimesini andırır şekilde “kapamak, örtmek” anlamlarını da içermektedir. Aşağıda verilen kaynaktaki tanımlamalar bu durumu açıklamaktadır.

unuk:[ç. anak] boyun /  unuk: kapamak,örtmek  / aneke (ya'neku): [m.ank,unuk] kapadı
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=unk&t=%40%40


84

BEL İLE KABURGA ARASINDAN ÇIKAN VE ATILAN SIVI

   Tarık Suresi (5-7)
5. İnsan neden yaratılmış olduğuna bir baksın.                        
6. Atılan bir sıvıdan yaratıldı.                              
7. (Bu sıvı) Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar.

“Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkan su” tanımlaması bugüne kadar gereği gibi anlaşılamamış ve inançsızlar tarafından Kuran’a saldırı için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.

Ayetlerden alınan izlenime göre, bahsedilen suyun spermleri içeren meni olduğu ve bunların vücutta üretilip çıktığı yerin testisler ve cinsel organlar olduğu düşünülmüştür. Bunun sonucundaysa 7. ayette bahsi geçen bel ile kaburga kemikleri arasında kalan bölgenin sperm ve meni üretimiyle ve bunların çıktığı yerlerle ilgisinin olamayacağı ve bunun da Kuran’daki bir bilimsel hatayı ortaya koyduğu iddia edilmektedir. Ancak bilimin ulaştığı en son veriler incelendiğinde, ayetlerdeki anlatımın son derece hayrete düşüren bir şekilde bilimin ortaya koyduğu gerçeklere birebir uyduğuna tanık olmaktayız.
Ayrıca, 7. ayetteki “min” edatı Kuran’da genellikle objeleri belirtmek için kullanılır. Eğer  “sulb” kelimesi “nesil” olsaydı, o zaman “an” edatı kullanılacak, “beyni” kelimesi de kullanılmayacaktı. Çünkü bu edat Kuran’da genellikle “nesil” kelimesi gibi soyut kavramlar için kullanılmıştır. “YAHRUCU min beyni’s sulbi we’t teraib” ayetindeki  “yehrucu” fiili mudari fiildir. Yani “her zaman çıkıyor” demektir. (sulb ve teraib arasında her zaman çıkıyor) Her zaman çıkan şeyin ne olduğu ise bir önceki ayette (6. ayet) bildirilmiş olan atılan sıvıdır. Yine ayetin başında “Liyenzur” mudaraa fiili “L” emir kipiyle geçmektedir. Asıl anlamı “için” olan bu harfin ayete verdiği anlam; insanın neden yaratıldığını ve araştırıp inceleyerek herkes tarafından da bilinen bu suyun nereden ve hangi aşamalardan geçtiğini öğrenerek bunun kendiliğinden değil, Allah’ın bir hikmeti ve mucizesi olarak algılanması istenmektedir. Yoksa herkes tarafından bilinen sıvının basit bir anlatımı değildir.”…

Meninin içeriğinin ne olduğu konusunu açıklamak yararlı olacaktır. İçeriğinde yaklaşık 200 ile 500 milyon adet spermatozanın yanı sıra amino asit, sitrat, enzimler, flavin, fruktoz, proteinler ve C vitamini de bulunur.                
http://tr.wikipedia.org/wiki/Meni

Meninin içeriğinde bulunan maddelerin vücutta üretimi: Amino asitlerin çoğu karaciğerde metabolize olur. ...      
http://w3.gazi.edu.tr/web/erkoc/BIYOKIMYA/aakatabolizma.pdf

Temel olmayan amino asitler ise vücutta karaciğer tarafından üretilebilir.
http://www.sporcugidalari.com/protein-amino-asit-baglantisi.htm

Temel olmayan Amino Asitler: Alanin, Arginin, Asparajin, vs...
L-Arginin’in sperm üretiminde (spermatogenez) gerekli olduğu literatürde belirtilmektedir. Ayrıca, sperm hareketliliğine de yardımcıdır.   
http://www.genrise.com.tr/urunler/genrise_sports/aminoasitler/l-arginin_(nitrox).html

Bu flavin enzimleri karaciğerde bulunur ve böbreklerin zehirlenmesinin önlenmesi için gereklidir   
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~dogan/20.html

Klomifen sitrat karaciğerde metabolize olur...   
http://www.merck.com.tr/country.tr/tr/images/Serophene%2050%20TR_tcm699_35094.pdf

Klomifen sitrat adı verilen yumurtlama ilacıyla kadınların %80'inde yumurtlama sağlanabilir.
http://www.gebelik.net/tedavi.html

Karaciğerin fonksiyonları arasında proteinler, safra, kan pıhtı faktörleri, ve binden fazla enzimin üretimi yer alır.
http://www.sufizmveinsan.com/arastirma/karaciger.html

...Karaciger; keza protein, hormon ve enzimleri üreterek vücudun normal olarak  yaşamı sürdürmemizi sağlar. ...
Dr. Salih Derya Akın   
http://www.megabilim.com/index.php/Tip/Karaciger-ve-fonksiyonlari.html

Şimdi de meninin içeriğinde bulunan ve üremede temel hücrelerden biri olan spermlerin içeriğiyle ve bu maddelerin vücutta üretildiği organlar ile ilgili aşağıdaki bilgileri inceleyelim.

Sperm oluşması için gerekli besin maddeleri şunlardır:Arjinin, Temel yağ asitleri, Çinko, Krom, Selen, E vitamini, A vitamini, B vitaminleri, C vitamini.      
http://www.jinekologlar.net/kadindogum-yazi/sperm-uretimiyle-ilgili-maddeler.html

Yukarıda “arjinin” (arginin) ile ilgili açıklamalar bu konu için de geçerlidir. Diğer temel olmayan amino asitler gibi arjinin de vücutta karaciğer tarafından üretilir

Çinko: Sperm oluşumunda çinko eksikliğinin rolü olduğu saptanmıştır. Sperm sayısı az erkeklerde çinko eksikliği olduğu görülmüştür. Çinko karaciğerde yüksek konsantrasyonda pankreas, böbrekler ve balgam salgılayan salgı bezlerinde az miktarda bulunur
http://www.food-info.net/tr/min/zinc.htm

Selenyum hayvan ve insan vücudunda yaygın şekilde bulunur. Karaciğer ve böbrekler en yoğun olduğu organlardır.
http://www.iyitarim.net/resources/SELENYUM.doc

Absorbe olan krom vücutta birçok dokuya dağılır, özellikle böbrek, dalak, karaciğer ve kemikte yüksek seviyelerde bulunur.
http://www.solgar.com.tr/yazici_lit.asp?ano=900

Vitaminlerin bir kısmı vücutta depo edilebilirken bir kısmı depolanamıyor. Depo edilebilen vitaminler genellikle karaciğer hücrelerinde ve az miktarda da diğer hücrelerde depolanıyor. Karaciğerde depolanan A vitamini, hiç vitamin almayan bir insana 5-10 ay kadar yetebilir. Yine vücudumuzdaki D vitamini deposu da hiç vitamin almayan bir insana 2-4 ay kadar yeterli olabilir.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=2&soru_id=785

C Vitamini, insan vücudunda depolanmamaktadır. ( Karaciğerde minimal depolandığı iddia edilmektedir.)
http://ansiklopedi.in/c-vitamini-nelerde-bulunur.html

İnsan vücudunda A, B, D, K vitaminleri sentezlenir. A vitamini karaciğerde, B ve K vitaminleri bağırsakta bakteriler tarafından, D vitamini deride üretilir. A, D, K ise karaciğerde depolanır. Diğerlerinin fazlası atılır.
http://www.egitimders.com/vitaminler-ve-vitaminlerin-ozellikleri.html

Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere meninin içeriğinde bulunan ve spermleri oluşturan maddeler asıl olarak vücutta karaciğer tarafından üretilmektedir. Bazı maddelerde de böbrek ve bağırsak, dalak ve kemik gibi diğer organlarında rolü bulunabilmektedir.

Ayrıca erkekte cinsel özelliklerin oluşmasında ve gerektiği gibi çalışmasında etkili olan testosteron hormonu ve bunun kadın cinsiyeti tarafında karşılığı olan östrojen hormonunun üretiminde de karaciğer ve böbrek üstü bezleri rol oynar.

“Östrojen ve testosteron steroid grubu hormonlardır. Vücutta ön maddeleri kolesteroldür. Yumurtalıklar ve "böbrek üstü bezleri" kolesterolü enzimlerle dönüştürerek testosteron ve östrojeni üretirler
Sex hormonlarının %80’i yumurtalıklardan, %20’si ise böbrek üstü bezlerinden salgılanır.”
http://www.endokrinoloji.com/ostrojentestosteron.html


Şimdi de bahsi geçen organlardan en önemlisi olan karaciğerin ve bunun yanında böbreklerin insan vücudundaki konumlarını inceleyelim ve ayette belirtilen “bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar” sözünün ne kadar isabetli olduğunu gözlemleyelim.





 
Hem erkekte hem de kadında, üreme sistemi ve asıl üreme organları, insan vücudunun bel kısmında bulunmaktadır. Göğüsteki kaburga kemikleri arasında bulunan ve en önemlisi karaciğer olan bazı organların üretiminde önemli rol oynadığı bazı molekül ve maddelerin, bel bölgesinde bulunan üreme sistemi organlarınca üreme amacına yönelik olarak kullanılmaktadır. Bu durum Tarık suresindeki anlatımların bilimsel gerçeklere uygunluğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Söz konusu ayetlerde omurga kemikleri göğüs kemiklerinin “arasından” bahsedilmesi aşağıdaki bilimsel bulgularda sözü edilen “kemik iliğini” çağrıştırabilmektedir. Bu da, gelecekte mümkün olabilecek farklı bir üreme yolunun çok önceden Kuran-ı Kerim’ de, ikincil bir anlam içerecek şekilde bildirildiğini ortaya koymaktadır.


“Kemik İliğinden Sperm Üretildi”

Almanya'nın 3 farklı üniversitesinden bir araya gelen araştırmacılardan oluşan bir ekip, insan kemik iliğinden elde ettikleri kök hücrelerden, erginleşmemiş sperm hücreleri üretmeyi başardılar. Elde edilen bu sperm öncülleri başarıyla olgunlaştırılabilirse, erkeklere yönelik kısırlık tedavilerinde de kullanılabilecek.
http://www.tubitak.gov.tr/home.do?sid=342&cid=3372

Kemik iliği kısırlığa da çare oldu. ABD ve Almanya’da yapılan araştırmalar, kemik iliğinden elde edilen kök hücrelerle yumurta ve sperm üretilebileceğini ortaya koydu. Cornell Üniversitesi’nden Prof. Dr. Kutluk Oktay’a göre bu araştırmalar hem kısır çiftler için hem de menopoz dönemindeki kadınlar için önemli bir gelişme anlamına geliyor.   
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/372732.asp

Maalesef Tarık suresinin 8. ayetine de yanlış meal ve tefsir yapılmaktadır. Rec’i kelimesine yapışık olan zamir, alınan gıdaların Karaciğer böbrek vs. (omurga ve göğüs kemikleri arasındaki bölgede) Allah’ın takdir ettiği bir ölçü ile yani alınan gıdaların sentezlenerek enzim oluşturabilen kimyasal “optimum” ölçünün bu omurga ve göğüs kafesi arasındaki karaciğer, böbrek gibi organlardan üretilerek dönüşüm sağlayan sıvıya işaret eder.

Böylece bu kimyasal enzimleri meniye dönüştürme (REC’İHİ) işini bir çeşit biyo-kimya fabrikası olan insan vücudunda ancak ve ancak Allah gerçekleştirir.

(86:8) “İnnehu ala rec’ihi le Qaadir.”                      
(86:8) Şüphesiz O, onu (alınan gıdaları bel ve kaburga kemikleri arasındaki organlarda kimyevi enzimlerle sentezleyerek atılan bir sıvıya) dönüştürmekte ölçü koyucudur /kadirdir.



85
Derinin Yumuşaması / Derinin Yumuşaması
« Son İleti Gönderen: T.Taşpınar Eylül 24, 2010, 10:32:03 ÖÖ »

DERİNİN YUMUŞAMASI

Allah sözün en güzelini, birbirine benzeşen ikizli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri (tüyleri) ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar; işte bu, Allah'ın rehberidir. Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur.
39 (Zumer)/23

Yukarıdaki ayette ilk bakışta fazla dikkat çekmeyen, incelendiği zaman çok büyük mucizeler ortaya koyan hususlar vardır. Ancak bu ayette dikkatleri çekmek istediğimiz konu; Kuran’daki tekrarlanan ikiliden derilerin (tüylerin) ürpermesi ve sonra da derilerin yumuşamasından bahsedilmesidir. Ayette sadece kalplerin yumuşamasından bahsedilse bunun mecazi bir anlatım olduğu, Allah inancına karşı bir saygı ve sevgi oluşması gibi bir anlam taşıyacağı düşünülürdü. Ancak sadece kalbin yumuşamasından değil de bunun derinin de yumuşamasını kapsayacak şekilde ifade edilmesi ilginçtir. Şimdi derinin (tüylerin) ürpermesi ile derinin yumuşaması arasında bir bağlantı olup olmadığını inceleyelim.

Vücudumuzda derinin ürpermesini ve “tüylerin diken diken olması” şeklinde tanımladığımız kılların dikleşmesi olayını sağlayan “Arrektör Pili Kası” denilen bir kas vardır. Bu kasın kasılmasıyla deri ürperir ve tüyler ve kıllar dikleşir. Bu yüzden bu kasa diğer adıyla “ürperme kası” da denmektedir. Bu kasın kasılmasının bir başka sonucu daha vardır. Arrektör pili kası kasıldığı zaman “sebase bezi” adı verilen bezler sıkışır ve “sebum” adı verilen yağı kıl köklerine ve oradan da deri yüzeyine boşaltır. Böylece bu olay derinin normal zamankinden daha yumuşak olmasını sağlar.

Şimdi biraz düşünelim; derimizde kendiliğinden işleyen bu mekanizmalardan ve adını bile pek çoğumuzun ilk defa duyduğu organ ve biyolojik yapılardan Kuran’ın indirildiği dönemde insanlığın haberdar olması mümkün müdür? Ya da en azından kendimizde derimizin ürpermesinden sonra yağlandığı ve yumuşadığı yönünde bir izlenimimiz olmuş mudur ve bu yönde bir bilgi ve duyumumuz var mıdır?

1. a. Arrektör Pili Kası:
Düz kas yığınını dermis ve dermisin papiller katındaki kıl foliküllerine bağlar. Kasılması ile kıllar dikleşir.
http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/tez/pdf/genel_cerrahi/dr_arif_karakaya.pdf

Saç köküne bağlı olan “arrektor pili” (ürperme kası) kası gerildiğinde saç teli dikleşir.
http://makinecim.com/bilgi_5365_SAC-VE-CILT-ANALIZI

Kıl folikülünün yanında, buna bağlı olan ve ürperme kasları denen bir düz kas demeti bulunur. Bu kasların kasılmasıyla, derideki tüylerin “diken diken” olduğu görülür.
http://www.kadinlarsitesi.com/deri/

Arrektor pili kaslarının kontraksiyonları aynı zamanda dermise bağlı kasların bulunduğu yerdeki deride çöküntüye sebep olur. Bu, tüylerin diken diken olmasına yol açar.
http://canlibilimi.com/derinin-biyolojik-ozellikleri-nedir.asp

SEBASE BEZLERİ:

Sebase bezleri, kıl folikülüyle arrektör pili arasına yerleşen çok katlı kübik epitel hücrelerinden kurulmuş keseciklerdir. Keseciklerin duvarını oluşturan çok katlı kübik epitelin kese içine en yakın bulunan hücreleri özel bir biçimde yağdan zenginleşirler ve hücre olmaktan çıkıp küçük yağ fıçıcıkları haline gelirler.
Arrektör pili kası kasıldığı zaman sebase bezi sıkışır ve içindeki yağı kıl folikülüne, oradan da deri yüzeyine boşaltır.

Sebase bezleri tarafından salgılanan yağa “Sebum” denir. Sebum deriyi ve saçları nemlendirir, bazı bakterileri öldürür ve deriyi bir ölçüde mekanik etkilere karşı dirençli kılar.
http://www.saglik.im/sebase-bezleri/

Derinin sebase bezlerinin daha fazla sebum salgılaması neticesinde derinin yumuşaması sağlanır.
http://www.dornmethod-turkey.com/pages.asp?page=81

… Sebase bezlerinin daha fazla sebum salgılaması sonucu deri yumuşar.
http://www.aeczane.com/index.php?option=com_content&view=article&id=343&Itemid=85&showall=1


86
Ayetlerde Zigota Dair İşaretler / Ayetlerde Zigota Dair İşaretler
« Son İleti Gönderen: T.Taşpınar Eylül 24, 2010, 10:24:54 ÖÖ »

AYETLERDE ZİGOTA DAİR İŞARETLER

Kıyamet gününün bilgisi, O'na havale edilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir ‘‘meyve (çekirdeği)’’ kabuğunu yarıp çıkamaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Allah onlara: Ortaklarım nerede! diye seslendiği gün: Buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını sana arz ederiz, derler.
41 (Fussilet)/47

Ayette geçen ‘’ekmam’’ kelimesinin anlamı üzerinde duralım;

Ekmam, kâfın kesriyle "kimm"in çoğuludur ki, meyvenin çiçeğinin üzerindeki kabcık, tomurcuk demektir.
http://www.kuranikerim.com/telmalili/rahman.htm

Kimam kelimesi de ekmam gibi aynı kökten yani ‘’kimm’’ kökünden türeyen bir kelimedir. Anlamı da ilginç bir şekilde zigot kelimesinin kökeni olan Eski Yunanca kelimelerin anlamıyla benzerlik göstermektedir. Aşağıdaki alıntılarda verilen bilgiler bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır.

Kimam :(Kimm. C.) 1.Tomurcuklar.  2.Hayvan ağızlığı. Boyunduruk.
Ekmam (Kimm. C.) Tomurcuklar. Ağaç çiçeklerinin kapçıkları
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=kimam&t=@

zigot [TDK 1945]   ~ Fr zygote döllenmiş tohum ~ EYun -zygótos: koşumlanmış (at, öküz) < EYun zýgon koşum, boyunduruk …
(Türkçe Etimolojik Sözlük)
http://www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=Z%DDGOT&x=24&y=11

Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, modern biyoloji bilimindeki ‘‘zigot’’ kavramı Eski Yunancaya dayanmaktadır ve zigot kelimesinin kökenini oluşturan zygotos ve zygon kelimeleri, tıpkı Arapçadaki “ekmam”  kelimesiyle aynı kökten, yani “kimm’’ kökünden türeyen ‘’kimam’’ kelimesi gibi hayvan ağızlığı ya da koşumu veya boyunduruk anlamına gelmektedir. Kimam kelimesi hem döllenmiş tohumu karşılayan tomurcuk anlamına (yani zigot anlamına) gelmekte hem de az önce bahsedilen hayvan ağızlığı, koşumu ve boyunduruk anlamlarını içermektedir.

Sonuç olarak, Eski Yunanlılar da Kuran’ın indirildiği dönemde yaşayan Araplar da ‘’zigot’’ kelimesinin gelecekte biyoloji biliminde kullanılan bir kavram olacağını ve döllenmiş tohum gibi bir anlamda kullanılacağını bilecek durumda değillerdir. Arapların da kimam kelimesini hem tomurcuk yani döllenmiş tohumlar (zigot) anlamında kullanalım, hem de Eski Yunanlıların yaptığı gibi bu kelimeyi koşum ve boyunduruk anlamlarında da kullanalım diye bir ortak karar vermiş olamayacakları açıktır.
Ayrıca yukarıda açıklamaya çalışılan özellikler, neden Kuran-ı Kerim’de ‘’Kuran’ın Arapça olarak indirildiğine’’ vurgu yapıldığını da açıklamaktadır. Çünkü diğer dillerdeki meallerinde yukarıda bahsettiğim mucizevî durumu belirlemek mümkün değildir.



87
DNA - BİLİMSEL ARAŞTIRMALAR
VE  KURAN AYETLERİ ARASINDAKİ UYUM

DNA’daki Lisan

DNA’ları kesip çıkarmadan ve tek tek genleri değiştirmeden, DNA’nın sözlerle ve frekanslarla etkilenebileceği ve tekrar programlanabileceği yeni bir tür tıp için kanıt vardır. DNA’mızın sadece % 10’u proteinlerin inşası için kullanılmaktadır. Batılı araştırmacıların ilgilendiği ve incelenip kategorize edilen DNA’nın bu % 10’luk bölümüdür. Diğer % 90’ı süprüntü - kalitesiz DNA- olarak düşünülür. Ancak Rus araştırmacılar, doğanın aptal olmadığına inanıyorlar, süprüntü DNA’nın bu % 90’lık bölümünü keşfetmek için dilbilimcilerin ve genetikçilerin yolculuğuna katılıyorlar.

Bu araştırmacıların sonuçları, buluşları ve yorumları devrimcidir! Onlara göre, DNA’mız sadece bedenimizin inşası için sorumlu değildir, aynı zamanda veri deposu olarak ve iletişimde hizmet görür. Rus dilbilimciler özellikle görünür olarak yararsız olan % 902da, genetik kodun tüm insan lisanlarında olduğu gibi aynı kuralları izlediğini keşfettiler. Bu noktaya kadar, onlar syntax (sözdizimi) kurallarını (cümle ve sözcük öbeği oluşturmak için sözcüklerin birleştirildiği yol), anlambilim (semantikler) (lisan şekillerindeki anlam çalışması) ve gramerin temel kurallarını karşılaştırdılar. DNA’mızın alkalinlerinin (alkali olan, baz; asit karşıtı) düzenli bir gramer izlediğini ve bizim lisanlarımız gibi kurallar kurulmuş olduğunu keşfettiler.
İnsan lisanları tesadüfî olarak ortaya çıkmamış, onlar bizim doğal DNA’larımızın bir yansıması. Rus biyofizikçi ve moleküler biyolog Pjotr Garjajev ve arkadaşları ayrıca DNA’nın titreşimsel davranışını keşfettiler. …Alt başlık şöyle: Yaşayan kromozomlar, içinden büyüyen DNA lazer radyasyonunu kullanan solitonic - holografik bilgisayarlar gibi fonksiyon görüyorlar.  Bu şu anlama geliyor, örneğin, kromozomlar bir lazer ışını üzerine belli frekans modelleri modüle etmeyi yönetiyorlar ve bununla DNA frekansını etkiliyorlar ve böylece genetik bilginin kendisini etkiliyorlar. DNA - alkalin çiftlerinin temel yapısı ve lisana benzer yapıda olduğundan DNA’nın şifresinin çözülmesi gerekli değildir. Kişi basitçe insan lisanının sözcüklerini ve cümlelerini kullanır! Bu deneysel olarak kanıtlanmıştır! Yaşayan DNA maddesi yaşayan dokuda, vitroda değil, (Vitro= bir önsöz, camsı yapıda olan bir minerali gösterir) eğer uygun frekanslar kullanılmış ise, lisanla - modüle edilmiş lazer ışınlarına ve hatta radyo dalgalarına daima reaksiyon gösterir. Bu, onaylamaların, otojen eğitimin, hipnozun ve bunun gibi tekniklerin neden insanlarda ve onların bedenlerinde böyle güçlü etkiler yapabildiğini bilimsel olarak açıklar. DNA’mızın lisana reaksiyon göstermesi tamamen normal ve doğaldır.

Batılı araştırmacılar DNA ipliklerinden tek tek genleri kesip onları başka yerlere yerleştirirken, Ruslar uygun modüle edilmiş radyo ve ışık frekansları vasıtasıyla hücresel metabolizmayı etkileyebilecek ve böylece genetik hataları tamir edebilecek cihazlar üzerinde büyük bir hevesle çalışıyorlar. Garjajev’ in araştırma grubu örneğin x - ışınları tarafından hasar görmüş kromozomların bu yöntemle tamir edilebileceğini kanıtlamayı başardı. Onlar özel bir DNA’daki bilgi modellerini zapt ettiler ve onu başka şeye geçirdiler (ilettiler), böylece hücreleri başka bir genom’a tekrar programladılar. Onlar başarılı şekilde dönüştüler, örneğin kurbağa embriyoları, DNA bilgi modellerini basitçe ileterek (geçirerek) semender (kertenkele) embriyolarına dönüştü! Bu yolla, tüm bilgi DNA’dan genler kesilip tekrar eklendiğinde karşılaşılabilecek yan etkiler ve uyumsuzluklar olmadan iletilebilir. Bu, inanılmaz, dünya - değiştiren bir devrim ve sansasyondur. Bunun hepsi, kesip çıkarma işlemi yerine lisan ve titreşimle uygulanır! Bu deney dalga genetiğinin yoğun gücünü gösterir, bunun organizmaların oluşumunda alkalin zincirlerinin biyokimyasal proseslerinden daha büyük etkisi vardır. Ezoterik ve spiritüel öğretmenler bedenimizin lisan, sözcükler ve düşünce ile programlanabileceğini yüzyıllardır bilmekteler. Bu şimdi bilimsel olarak kanıtlanmış ve açıklanmıştır
http://www.genbilim.com/index.php?option=com_content&task=view&id=5418

‘’DNA’nın sözlerle ve frekanslarla etkilenebileceği ve tekrar programlanabileceği yeni bir tür tıp için kanıt vardır.’’

‘’DNA - alkalin çiftlerinin temel yapısı ve lisana benzer yapıda olduğundan DNA’nın şifresinin çözülmesi gerekli değildir. Kişi basitçe insan lisanının sözcüklerini ve cümlelerini kullanır! Bu deneysel olarak kanıtlanmıştır !’’

‘’DNA’mızın lisana reaksiyon göstermesi tamamen normal ve doğaldır.’’

… ‘’örneğin kurbağa embriyoları, DNA bilgi modellerini basitçe ileterek (geçirerek) semender (kertenkele) embriyolarına dönüştü!... Bunun hepsi, kesip çıkarma işlemi yerine lisan ve titreşimle uygulanır !’’

Şimdi daha fazla yoruma girmeden şu ayetlere dikkat edelim;

Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: Aşağılık maymunlar olun! dedik.
7 (A’raf)/ 166

İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun! dediklerimizi elbette bilmektesiniz.
2 (Bakara)/ 65

Dikkat ederseniz, Allah’ın emrettiği yasaklara uymadıkları için maymuna çevrilen bir topluluktan bahsediliyor. Ancak bu olayın anlatımında iki ayette de özellikle ‘’onları maymuna dönüştürdük’’ gibi bir söz yerine onlara ‘’aşağılık maymunlar olun’’ şeklinde bir hitap kullanılmıştır. Yani onlara belirli bir lisan kullanılarak hitap ediliyor ve bir telkin yöneltiliyor ve onlar bu hitabın sonucunda maymunlara dönüşüyorlar.

Şimdi, değişik tekniklerle lazer ya da radyo dalgaları gibi frekanslar yoluyla insanların kullandığı lisanların bir şekilde DNA’ya yöneltildiği ve bunun sonucunda kurbağa embriyolarının semender embriyolarına dönüştürüldüğü göz önüne alındığında, yukarıdaki ayetlere bakışımız ve anlayışımız mutlaka değişecektir.
Şu ayetler de konuyla ilgili olmalıdır.

Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin.
16 (Nahl)/ 68

Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.
16 (Nahl)/ 69

Dikkat edilirse, arıların yukarıdaki ayetlerde bahsedilen özelliklerde yaratılması doğrudan, ’’Allah onları şunu yapacak şekilde yarattı’’ şeklinde değil de onlara şunları yapması telkin edildiği, diğer bir deyişle kendine özgü bir lisan yoluyla ilham edildiği’’ şeklinde açıklanmaktadır. Çünkü arılar bunları sonradan öğrenme yoluyla değil, DNA’larında yazılı genetik bilgiler sayesinde yapabilmektedirler. Özellikle de yön bulma ve yiyeceklerin yerini belirtme için yaptıklar özel dans bu konuya çok iyi bir örnek oluşturmaktadır. Ayrıca bu dans Nahl 69’daki ‘’Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir’’ sözüne de bir açıklamadır.
Yukarıdaki açıklamaların yanında dikkat çekici olan bir konuyu da değinelim. Hz. İsa’nın doğumu hakkında aşağıdaki ayetlerde O’nun Yüce Allah’ın bir ‘’kelimesi’’ olduğu beyan edilmektedir.
 
3 (Al-i İmran)/ 39 Zekeriya mabette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler

3 (Al-i İmran)/ 45  Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime'yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa'dır…   
                                             
4 (Nisa)/  171  …Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah'ın resulüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı "kun: Ol" kelimesi(nin eseri)dir, O'ndan bir ruhtur…
 
Özellikle Nisa suresi 171. ayette Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’e ulaştırılan ‘ol’ kelimesinin sonucunda yaratıldığının belirtilmesi ilginçtir. Belki de bu ‘’kelime’’, Hz. Meryem’in DNA’sında, yukarıda geçen bilimsel kaynaklarda söz edilene benzer bir şekilde önemli bir değişim meydana getirmiştir. Doğal olarak vücudunun ürettiği yumurta hücresi değişime uğrayarak, doğrudan döllenmiş yumurtaya dönüşmüş ve bunun sonucunda Hz. İsa’nın doğumu mümkün olabilmiştir. Yüce Allah, mutlaka dilediği şekilde Hz. İsa’nın doğumunu sağlayabilir. Ancak bu durum, onun yaratılışına ve doğumuna bilimsel bir açıklama olabilir. Ama tabii ki, en doğrusunu Yüce Allah bilir. Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili ayette dikkati çeken bazı durumlara değinmek gerekir. Öncelikle yukarıda geçen kaynaktaki şu açıklamaya dikkat edelim;

‘’İnsan lisanları tesadüfî olarak ortaya çıkmamış, onlar bizim doğal DNA’larımızın bir yansıması .’’ Bu bilgiyle, aşağıdaki Kuran ayetleri arasındaki bağıntıyı inceleyelim.

2 (Bakara)/ 31  Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.
 
2 (Bakara)/ 33  Ey Âdem! İsimleri meleklere bildir, dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semavat ve arzda görülmeyenleri bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi.

İsimleri bilmek aslında bir lisan bilmeyi gerektirir. Allah, Hz. Âdem’i yarattığında, onun meleklere göre daha üstün olan özelliği olarak, eşyanın yani yaratılan maddelerin isimlerini bilmesini ve bunları dile getirebilmesini gösteriyor. Bu özelliğin ilk yaratılışında ona verilmiş olması Hz. Âdem’in DNA’sında bunun işlenmiş olduğu fikrini akla getiriyor. Şimdi, yukarıda geçen bilgiyi tekrar hatırlayalım;

‘’İnsan lisanları tesadüfî olarak ortaya çıkmamış, onlar bizim doğal DNA'larımızın bir yansıması.’’
Kuran’da DNA:
 Deoksiribonükleik asit (DNA), tüm organizmalar ve bazı virüslerin canlılık işlevleri ve biyolojik gelişmeleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir nükleik asittir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/DNA

50 (Kaf)/ 3, 4
Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (dirileceğiz)?
Bu, akla uzak bir dönüştür.
Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.


Kuran ayetlerini oluşturan kelimeler hem kesin yargıyı ifade ederler hem de bilimsel literatüre geçmiş olan sembol kelimelerin aynısı ile geçmektedirler. Yukarıdaki ayetlerde her şeyin kayıtlı olduğu bir yazı sistemini kesin yargı olarak ifade ettiği gibi, aynı ayette geçen bir kelime ise kayıtlı olan duruma eşit bir ifade biçimiyle bilimsel literatüre geçmiş kelime olarak da içinde barındırmaktadır. Ayet, ilk okuyuşta Evren’deki her şeyin kayıtlı olduğunu bildirmesinin yanı sıra,  canlıların özelliklerini içeren ve saklayan DNA’dan bahsettiğini de görebiliriz.

Kaf 4. ayetinde: Kad alimnâ mâ tenkusul ardu minhum, we“İNDENA” KİTÂBUN HAFÎZUN.”

olarak geçmektedir. Dikkat edilirse, yazılışında geçen  ‘in-dena’ kelimesinde DNA harflerini içermektedir. İndena kelimesi yanımızda ya da katımızda anlamına gelmekte ve indena kelimesi yerine DNA kavramını koyduğumuzda ‘’DNA’daki saklı koruyan kitapta’’ anlamlarına ulaşılabilir.
 
50 (Kaf)/ 9  Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.

Yine Kaf 9. ayet: “Ve nezzelnâ mines semâi mâen mubâreken fe enbetnâ bihî cennâtin ve HABBEL HASÎD.”  olarak okunmaktadır.
 
DNA bir nükleik asittir yani diğer bir deyişle ‘’çekirdek asiti’’ dir.
En çok çekirdekte bulundukları için nükleik asitler (çekirdek asitleri) diye isimlendirilmiştir.
http://www.frmtr.com/biyoloji/1423440-9-sinif-ders-notlari-konu-nukleik-asit.html

Kaf 9. ayette geçen ‘habbel hasidi’ kelimeleri çekirdek asidi kavramını çağrıştırmaktadır. Asit kelimesi bilim dilinde ve tüm dillerde hemen hemen aynı şekilde telaffuz edilir. Aynı durum Arapça için de geçerlidir. Ayetteki “habbel hasidi” olarak geçen “hasid” kısmı asit kelimesini çağrıştırmaktadır. Hasidi, aslen hasat edilen, biçilen anlamındadır.

Habbe kelimesi ise “tane”, “çekirdek” anlamlarına gelmektedir.
Bu özellik “habbel hasidi” kelimelerinde  ‘’çekirdek asiti’’ kavramına işaret edildiği gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. Kaf suresinin 10. Ayetinin okunuşu ise…

Ve’nnahle bâsikâtin lehâ tal’un nadîd.

Ve’nnahle : ve hurma ağaçları                           
Bâsikâtin  : yüksek, uzun                           
Lehâ        : onun (var)                           
tal’un       : tomurcuk                       
nadîdun    : üst üste yığılmış, dizilmiş, kümelenmiş

“Ve üst üste kümelenmiş tomurcukları olan uzun hurma ağaçları”

Hurma, içerdiği bol fosfor ve kalsiyum ile kemik zayıflığına karşı bünyeyi korur ve bu hastalıkların azaltılmasına yardım eder. Hurma içerdiği %60-65 oran ile en çok şeker içeren meyvelerden biridir.
http://www.hasadorganik.com/pinfo.asp?pid=393


DNA molekülü, heliks (=sarmal) şeklinde kıvrılmış, iki kollu merdiven şeklindedir. Kollarını, yani merdivenin kenarlarını, şeker (deoksiriboz) ve fosfat molekülleri meydana getirir. Deoksiriboz ile fosfat grupları ester bağlarıyla birbirlerine bağlanmıştır.   
 http://www.genetikbilimi.com/genbilim/dnanedir.html

Kaf 10. ayette hurma ağacı ve üst üste dizilmiş tomurcuklar ile modern bilimdeki DNA zinciri modeli arsında bir bağ kurulabilir. Çünkü uzun hurma ağaçları uzun DNA zincirlerini temsil ediyor olabilir. Bahsedilen DNA zincirleri şeker ve fosfattan oluşur ve hurma bu iki maddeyi bu kadar bol miktarda içeren belki de tek bitkidir.

         

Kurumuş hurma dalı sarmal şeklini alır. Bu şeklinden dolayı bazı kaynaklarda, Ay’ın Dünya ve Güneş çevresindeki hareketlerinden dolayı  “Ay'a da bir takım evrelerle ölçü biçtik. Nitekim o eski ve eğri hurma dalı gibi döner.”(Yasin:39) ayetinden yola çıkılarak ve Ay’ın hareketlerinin sarmal bir yol oluşturması özelliğiyle birlikte bir başka Kuran mucizesine işaret edilmektedir. DNA zinciri de sarmal şeklindedir ve hurma dalının bu sarmal şekli bir başka yönden yani DNA’nın sarmal şeklini çağrıştırması ve yukarıda bahsedilen diğer özellikleriyle birbirini destekler ve tamamlar bir şekilde, Kuran’ın bir başka mucizesine işaret eder. Aşağıdaki DNA molekülü resmiyle yukarıda soldaki üst üste yığın halinde bulunan hurma resmi karşılaştırıldığında da üst üste yığın oluşturmaları bakımından aradaki benzerlikler dikkat çekmektedir.
 

Kullar için rızık olsun diye. Ve onunla ölü beldeye hayat verdik. (topraktan) Çıkış (diriliş), işte bunun gibidir.
50 (Kaf)/11

Yeniden dirilişin de DNA da saklı genetik bilgilerin kullanılması şeklinde gerçekleşebileceğine bir işaret olarak düşünülebilir. Tabii ki bu bilgilerin mutlaka insan ya da canlının bir parçasının kullanılması şeklinde olacak anlamına gelmez. Zaten DNA’daki bu bilgiler Yüce Allah’ın katındaki saklı bir kitapta yazılıdır.
Kaf 11. ayet, yeniden dirilişin de DNA’da saklı genetik bilgilerin kullanılması şeklinde gerçekleşebileceğine bir işaret olarak düşünülebilir. Ama tabii ki bu bilgilerin mutlaka insan ya da canlının bir parçasının kullanılması şeklinde olacak anlamına gelmez. Zaten DNA’daki bu bilgiler Yüce Allah’ın katındaki saklı bir kitapta yazılıdır.

50 (Kaf)/17  İz yetelakkâl mutelakkîyâni anil yemîni ve aniş şimâli kaîdun.
           
iz                    : o zaman                                 
yetelakkâ         : ikisi telâkki eder, kaydeder, tespit eder                               
el mutelakkîyâni : iki telâkki edici, iki yazıcı, iki tespit edici                         
an il yemîni       : sağından                                                                                               
ve an iş şimâli   : ve solundan                                
kaîdun             : oturan

O zaman, sağda ve solda oturan iki telâkki edici (tespit edici melek), (amelleri) tespit ederler.

Aslında ayette “meleklerden” ve “amellerden” söz edilmez. Sadece, sağda ve solda bulunan iki tespit edici –kaydedicinin kaydettiğinden bahsedilir. Yukarıdaki Kaf Suresi 17. ayette de DNA zincirinin iki yanındaki şeker ve fosfat moleküllerinin genetik bilgileri kaydetme konusundaki rolleri kastedilmiş olabilir. Bunun yanında ayette geçen “yemin” kelimesi “sağ el”, “şimal” kelimesi de “sol el” anlamlarını da içermektedir. İlginç bir şekilde DNA için de sağ ve sol el kavramları ayırıcı bir özelliktir.
DNA'nın A ve B halleri de sağ-elli sarmallardır. DNA'nın Z hali sol-ellidir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Sarmal

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”
50 (Kaf)/16

 
Yukarıdaki ayette “şah damarı” olarak açıklanan “habl-il werid” kelimesinde geçen “habl” kelimesinin anlamları da dikkat çekici bir şekilde DNA’nın başka özelliklerini yansıtmaktadır. “HABL: Malum olduğu üzere ip ve bağ demektir. Damar manasına da gelir.”   
http://www.kuranikerim.com/telmalili/kaf.htm

Habl :İp. Urgan. Halat.    Tıb: Vücutta ip gibi olan âzalar   
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=habl&t=@

Bugün modern biyolojide DNA’nın iplik şeklindeki yapısı bilinen bir özelliktir ve DNA zincirlerine DNA iplikleri denilmektedir. Aynı zamanda iplik anlamının yanında bağ anlamına da gelmesi DNA’nın bağlardan oluştuğu bilgisiyle örtüşmektedir. Bütün bu yorumları DNA ile ilgili doğrudan ilgili olabilecek Kaf suresinin 4. ayetinden yola çıkarak yapabiliyoruz. Zira DNA ile ilgili modern bilimin ulaştığı bilgilerle Kuran ayetlerindeki işaretler arasında bu denli bir uyum olabilmesi ve bunların aynı surede geçiyor olması,  kolay kolay rastlantıyla veya sadece yorumla açıklanabilecek bir durum değildir. Kaf suresi dışında insanın yaratılışını ve aşamalarını anlatarak başlayan İnsan Suresinde de DNA ile ilişkilendirilebilecek önemli işaretler vardır.

76 (İnsan)/4  İnnâ a’tednâ lil kâfirîne selâsile ve ağlâlen ve seîrâ   

innâ      : muhakkak ki biz                                                                             
 a'teDNA   : hazırladık                                                                                         
 lil kâfirîne : inkar ediciler için                                    
selâsile     : zincirler                                            
ve ağlâlen : ve  halkalar                                                                                      
ve saîran  : ve çılgınca yanan ateş,
                   
Ayetin ikinci kelimesi olan ‘’atedna’’, DNA harfleriyle bitmektedir. Hemen ardından da DNA zincirine çağrışım yapacak şekilde zincirlerden söz edilmesi de ilgi çekici bir durumdur.

Ayrıca ayette “halka”lardan da bahsedilmektedir. Peki, DNA’nın  “halka” şekliyle bir ilişkisi olabilir mi?
Bilimsel kaynaklardan alınan aşağıdaki alıntılar bu durum hakkında bir fikir verebilmektedir. Her ne kadar bilimsel bir dille yazılmış ve bu konu hakkında uzman olmayanlarca anlaşılması zor görünse de DNA’nın halka şekliyle ilgisi belirgin bir şekilde anlaşılmaktadır.

 
DNA halkalaşması

DNA halkalaşması molekülün hem eksensel (bükülme) sertliği hem de torsiyonal (dönel) sertliği ile ilişkilidir. Bir DNA molekülünün başarılı bir şekilde halkalaşabilmesi için tam halka olabilecek kadar uzun olması gerekir; buna ilaveten, kovalent bağların oluşabilmesi için uçtaki bazların doğru açıya sahip olması gerekir, bunun için de molekülde doğru sayıda baz bulunması gerekir. DNA halkalaşması için optimal uzunluk 400 baz çiftidir (136 nm uzunluk), DNA sarmalındaki dönmelerin sayısı tam sayı olmak zorundadır.
                 …
DNA topolojisi

Hücredeki çoğu DNA topolojik olarak kısıtlanmıştır. DNA ya kapalı halka şeklindedir (prokaryotlardaki plazmitler gibi) ya da çok uzun moleküllerdir ki, bunlar, düşük difüzyon katsayısı yüzünden bunlar fiilen topolojik olarak kapalı bölgeler meydana getirir. DNA'nın lineer kısımları da çoğu zaman membranlara bağlı proteinler tarafından bağlıdır ve bunun sonucu topolojik anlamda kapalı halkalar oluşur.” Bunların yanında ayette geçen “kâfirine” kelimesine dikkat çekmek gerekir. Kâfir kelimesi ile aynı kökten (k-f-r kökünden) türeyen “kefr” kelimesi “örtme, sarma” anlamlarına gelmektedir.

(Kâfir kelimesi de zaten “Hakkın varlığını gizleyen, örten anlamındadır.) Kefr (C. Küfür) Örtme, sarma
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=Kefr&t=@

Özellikle “sarma “anlamı ele alındığında yine DNA’yı çağrıştıran bir özellik dikkat çekmektedir. Çünkü DNA zincirleri “sarmal” şeklindedir.

“DNA, birbiri üzerine kıvrılmış iki adet sarmal yapıdan oluşur.”
http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/KGB/Bilim_Yonetimi/SciAdminSlides_SA4_Turkce.ppt
 


Son olarak da yine aynı ayetin sonunda bulunan “sairan” kelimesinin anlamı olan “çılgınca yanan ateş, alevli ateş” üzerine durmak gerekir. DNA ile çılgınca yanan ateş arasında mantıklı ve bilimsel bir bağ kurmak pek mümkün görünmeyebilir. Ancak DNA ile ilgili şu bilgiler incelendiğinde bunun mümkün olduğu görülecektir. Aşağıdaki alıntıda vücutta protein üretimiyle ilgili aşamalar ve DNA’nın rolünden bahsedilmektedir.

“DNA molekülünün merdiven gibi birbirine dolanmış kollarının kopyalama işlemi için ayrılmaları gerekir. Bu ayrılma işleminde yine RNA polimeraz enzimi iş başındadır. RNA polimeraz, kodlanacak genin başlangıcından 35 harf öncesine bağlanarak, sarılmış merdiven gibi olan DNA'nın basamaklarını bir fermuarı açar gibi açar. Bu açılma çok hızlı yapılır. Öyle ki, bu hızdan dolayı DNA'nın ısınıp yanma tehlikesi oluşur.”
http://www.populerbilgi.com/genel/40_konuda_hucre_29.php

76 (İnsan)/28  “Nahnu halaknâhum ve şedednâ esrehum, ve izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehum tebdîlâ”     
nahnu         : biz                                
halaknâhum  : onları yarattık ;                                          
ve şedeDNA : ve  kuvvetlendirdik                                        
esrehum      : bağlarını                                             
ve izâ         : ve o zaman
şi'nâ           : biz dilersek                                 
beddelnâ     : değiştiririz                                                                 
emsâlehum  : benzerlerini                                                    
tebdîlen      : onların yerine
 
“Onları Biz yarattık. Ve bağlarını biz kuvvetlendirdik. Ve dilediğimiz zaman onları emsalleri ile değiştiririz.”  76 (İnsan)/28

Yukarıdaki ayette de ‘’şededna’’ kelimesi DNA harfleriyle bitmektedir. Hemen ardından da kuvvetlendirilmiş bağlardan söz edilmesi çok ilginçtir. Çünkü gerçekten DNA zincirleri çok kuvvetli bağlardan oluşur.

Aşağıdaki alıntıda verilen bilgiler bu konuya açıklık kazandırmaktadır.

Nükleotidler birbirlerine fosfat bağlarıyla bağlanarak, şeker ve fosfat kısımlarının birbirlerini izlediği serilerden oluşan bir omurgaya sahip uzun ve dallanmış polinükleotid zincirlerini meydana getirmiştir. ‘’Kovalent ester bağları veya fosfodiester bağları olarak da bilinen bu bağlar son derece kuvvetlidir. Fosfodiester bağlarının varlığı DNA molekülünün tek zincirli yapı halinde iken bile dayanıklı ve stabil yapıda olmasını sağlar. Genetik mühendisliğinin hedeflerinden biri olan klonlama çalışmaları, doğal yolla gerçekleşmesi mümkün olmayan “ kovalent bağ kırılmalarını” gerçekleştirerek yeni türler oluşturma çabalarını içerir.
http://www.genetikbilimi.com/genbilim/dnanedir.html

Ayrıca, ayetin sonunda ‘’emsalleriyle değiştirmek’’ten bahsedilmesi yukarıdaki alıntıda bahsedilen ‘’klonlamayı’’ güçlü bir şekilde çağrıştırması ve bunun bilimsel kaynaktaki gibi güçlü bağların kırılması yoluyla gerçekleşebilmesi de bir başka ilginç durumu oluşturmaktadır.

Dikkat edilirse önce DNA harfleriyle biten şededna kelimesinin ardından   -ki şededna zaten kuvvetli anlamına geliyor - kuvvetli bağlardan söz edilmektedir. Gerçekten de hem DNA da kuvvetli bağların olması ve hemen ardından emsalleriyle değiştirilmekten bahsedilerek bunun da modern bilimde klonlamayı çağrıştırması hem de bunun klonlama olayındaki DNA bağlarla ile ilgili olması pek öyle kolay kolay rastlantı veya ‘’zorlama yorum’’ ile açıklanabilecek bir durum değildir.


88
Ayetlerde Kromozoma Dair İşaretler / Ayetlerde Kromozoma Dair İşaretler
« Son İleti Gönderen: T.Taşpınar Eylül 24, 2010, 09:29:26 ÖÖ »

AYETLERDE KROMOZOMA DAİR İŞARETLER

16 (Nahl)/ 13 Daha sizin için Arzdan ‘’muhtelif renklerle’’ yarattıkları neler var, elbette bunda tezekkür edecek bir kavim için bir ayet var.

16(Nahl)/ 69  Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin müyesser kıldığı yollara koyul, içlerinden ‘’renkleri muhtelif’’ bir içecek peyda olur ki onda insanlara bir şifa vardır, her halde bunda tefekkür edecek bir kavim için elbet bir ayet var.

35(Fatır)/ 27  Görmedin mi Allah yukarıdan bir su indirdi de onunla birçok meyveler çıkardı: ‘’renkleri başka başka…
                                                        
35(Fatır)/ 28  İnsanlardan: hayvanlardan, davarlardan da böylece ‘’türlü renklileri’’ var, ancak Allah saygısını kullarından bilenler duyar, haberiniz olsun ki Allah aziz ve gafurdur.
                                            
39 (Zumer)/ 20  Görmedin mi Allahın Semadan bir su indirip de onu bir yol ile Arzda menbalara koyduğunu? Sonra onunla bir ekin çıkarır, ‘’türlü renklerle’’, sonra o heyecana gelir, bir de görürsün...
                              
Yukarıdaki Nahl suresinin ayetlerinde ve diğer ayetlerde dikkatimizi çeken konu, canlıların çeşitliliğinden bahsedilirken hep renklerinin çeşitliliğinden söz edilmesidir. Aslında canlıların çeşitleri ve sınıfları belirtilirken renkleri sadece bir ayrıntı olarak kalır. Ama ayetlerde hep renklerinin çeşitliliği üzerinde durulmaktadır. Acaba bundaki hikmet ne olabilir?

Canlılarda çeşitliliğe sebep olarak Yüce Allah’ın yarattığı şey aslında genlerdir. Bu genler DNA zincirlerinde bulunur. DNA’lar ise canlıların ‘’kromozomlar’’ındadır. Yani sonuç olarak farklı kromozom sayılarına ve dizilişlerine sahip canlılar farklı şekil ve özelliklere sahip olur.

Şimdi asıl konuya gelelim. “kromozom” kelimesinin anlamı ve kökeni hakkında şu alıntılardaki bilgileri inceleyelim.

Kromozom, Yunanca, chromos (renk), soma (vücut); DNA'nın "histon" proteinleri etrafına sarılmasıyla, yoğunlaşarak oluşturduğu, canlılarda kalıtımı sağlayan genetik birimlerdir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kromozom

Kromozom, (Yunancadan: chromos = renk + soma = vücut) Her canlı gibi insan da trilyonlarca hücreden meydana gelir. Hücre, bitkisel ya da hayvansal her türlü yaşam biçiminin en küçük birimidir. Her hücre bir stoplazma ve çekirdekten meydana gelir. Çekirdeğin içinde ise kromozom adı verilen ipliksi parçalar bulunur.
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Kromozom

Hemen fark edileceği üzere kromozom eski Yunancadan gelen bir kelimedir ve renk ile vücut kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Görülüyor ki, Kuran ayetlerindeki canlıların çeşitliliğiyle ilgili kısımlarda geçen ‘’renkler’’ aslında kromozomları temsil etmek için kullanılmaktır.

Özellikle Nahl suresindeki ayette renklerden bahsedilmekte fakat bu kez arıların ürettiği içeceklerin çeşitliliğini vurgulamaktadır. Renkler sözüyle kromozomların temsil edilmesi mantığını bu ayete uyguladığımızda, ilk bakışta, arıların ürettiği içeceklerle canlıların genetik özelliklerini belirleyen kromozomlar arasında bağlantı kurulması mantık dışı gelebilir. Ancak arılar söz konusu olduğunda durum değişir.
 
Bilim adamları, normalde işçi arı olacak larvanın arı sütü ile beslenmesi sonucu ana (kraliçe) arıya dönüşmesini ve ana arının işçi arıya göre 40 kat daha uzun yaşamasını, arı sütünün kimyasal yapı bakımından zenginliğine ve biyolojik aktif maddeler içirmesine bağlamaktadırlar.
http://www.erginbal.com/ari-sutu.html

Kraliçe arı larvaları, genetik özelliği açısından işçi arıların larvalarından farkı bulunmuyor. Ancak, daha fazla arı sütüyle beslendiği için diğerlerinden ayrılarak, kraliçe arıya dönüşüyor. Ömrü de 6 yıla kadar uzayabilir. İşçi arıların ömrü ise, sadece 45-60 gün oluyor. Kraliçe arı ise uzun ömürlü olmasının yanı sıra, üreme özelliği, boyut farklılığı kazanıyor.
http://www.turkcebilgi.net/haberler/kose-yazilari/apiterapi-tedavisi-yayildi-ari-sutu-ithalati-katlandi-242326.html

Arı sütü, yine arıların ürettiği bir içeceğin, bir canlının genetik yapısını ve özelliklerini değiştirmesi, o içeceğe yani arı sütüne kromozomlar gibi canlıların genetiğini belirleyen bir özellik katmaktadır. Bu da Kuran ayetlerinde canlıların çeşitliliğinden bahsedilirken kullanılan  ‘’muhtelif renkler’’ kelimesinin kromozomları temsil etmek için kullanıldığı görüşümüzü desteklemektedir.

Nahl Suresi 13. ve 69. ayetlerin her ikisinin de son cümlesinde ‘’bunda düşünen bir toplum için bir ayet (mucize) vardır’’ diye mucizelere özellikle işaret edilmesi de ayrıca dikkat çekici bir durumdur. Nahl suresine adını veren “nahl” kelimesinin arı anlamına gelmesi ve surenin 16. sure olması nedeniyle yine arının kromozom sayısına eşit bir sayı olması, (http://www.kuranca.com/) bunun Nahl suresinin özellikle renklerle, yani kromozomlara işaret eden bir surede olması bakımından da önemli bir sayısal veridir.




89
Kuran'da Karbon Elementi / Kuran'da Karbon Elementi
« Son İleti Gönderen: T.Taşpınar Eylül 24, 2010, 09:22:15 ÖÖ »
KURAN’DA CANLILIĞIN TEMEL YAPITAŞI OLAN
KARBON ELEMENTİNE DAİR İŞARETLER

‘’Karbon, canlıların yapısını oluşturan temel maddedir.’’   
http://www.canlibilimi.com/madde-donguleri-nedir.asp

Karbon içermeyen bir canlı yoktur. Bundan dolayı, bileşim yoluyla elde edilmeleri mümkün olsa bile, Karbon bileşiklerinin incelenmesine "Organik Kimya" adı verilmiştir.   
http://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/dunya/karbon.asp


Canlı Hayatının Temel Taşı: "Karbon" Atomu

Karbon, canlılar için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır.

Rahman suresinin 14. Ayeti:
“Halak al -insâne min salsâlin ke’l fehhâr”
1. halaka : yarattı                            
2. el insâne : insan                              
3. min : -den                               
4. salsâlin : inorganik halden, organik hale dönüşmüş nemli toprak         
5. ke : gibi                                
6. el fahhâri : nemli topraktan yapılıp, pişirilen (ısıtılarak kurutulan) ve çın çın ses veren testi benzeri kap
 
Elmalılı Hamdi Yazır : Fağfur gibi bir salsâlden insanı yarattı               
Edip Yüksel : İnsanı, çömlek gibi kuru bir çamurdan yarattı.             
İskender Ali Mihr:(Allah) insanı, fahhar gibi ses veren salsalinden yarattı.
Diyanet İşleri : Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.
Abdulbaki Gölpınarlı : İyice pişmiş gibi kupkuru balçıktan, insanı halketti.
Adem Uğur : Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.
Ali Bulaç : İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.       
Ali Fikri Yavuz : O (Rahmân), insanı (onun aslı olan Adem’i) yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yarattı.                    
Bekir Sadak : O, insani pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.
Celal Yıldırım : insanı testi gibi ses çıkaran kuru balçıktan yarattı    
Diyanet İşleri (eski) : O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.
Diyanet Vakfi : Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.
Elmalılı (sadeleştirilmiş) : İnsanı fağfur gibi bir salsal (ateşte pişmiş gibi bir kuru çamur)dan yarattı
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) : Allah insanı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.
Fizilal-il Kuran : O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.
Gültekin Onan : İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.
Hasan Basri Çantay : O, insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı.
İbni Kesir : İnsanı pişmiş çamur gibi kupkuru bir balçıktan yaratmıştır.
Muhammed Esed : O, insanı çömlek gibi pişmiş çamurdan yarattı,
Ömer Nasuhi Bilmen : İnsanı pişmiş çamurdan yapılmış çanak gibi bir kurumuş ses verir balçıktan yarattı.
Şaban Piriş : İnsanı iyice pişmiş gibi kuru balçıktan yarattı.       
Suat Yıldırım : İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı.      
Süleyman Ateş : İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı.       
Tefhim-ul Kuran : İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.
Ümit Şimşek : O, insanı ateşte pişmiş gibi kupkuru çamurdan yarattı.
Yaşar Nuri Öztürk : İnsanı, pişirilmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yarattı.
http://www.kuranmeali.org/kuran_meali.aspx?suresi=rahman&ayet=14

Aşağıdaki kelimelerin kökenini yani etimolojisini açıklayan kaynakta karbon kelimesinin kökeni ile ilgili dikkat çekici bazı bilgiler verilmektedir. Burada karbon kelimesinin asıl kökünü oluşturan ve Eski Yunancadan gelen ‘’keramos’’ kelimesi ocakta pişmiş toprak ve kiremit, seramik anlamlarına gelmekted ----------
karbon: ~ Fr carbone bir element, saf kömür ~ Lat carbo, carbon- odun kömürü ~ HAvr *kr- < HAvr *ker-4 ateş, yakma 
 • Aynı HAvr kökten EYun kéramos (ocakta pişmiş toprak), Lat cremare (yakmak), İng hearth (ocak).

Eşkökenliler:                            
Lat carbo : bikarbonat, karbon, karbonat, karbondiyoksit, karbonhidrat, karbüratör, karpit, şarbon
Lat cremare : krematoryum EYun kéramos : kiremit, seramik
Türkçe Etimolojik Sözlük   
http://www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=KARBON&x=11&y=6

Fahhar:  Çanak, Çömlek. Toprak testi
 http://www.osmanlicaturkce.com/?k=fahhar&t=@

Rahman Suresi 14. ayette geçen ‘fahhar’ kelimesi de yukarıda geçen değişik meallerde ateşte pişmiş toprak, çamur veya balçık anlamlarında ya da kiremit, çömlek gibi anlamlarda açıklanmıştır. Ayrıca ateşte pişmiş çömlek, kiremit ve seramik gibi yapıların ortak özelliklerinden biri de sert bir cisimle vurulduğunda çınlama sesi çıkarmalarıdır. Dikkat çekeceği üzere, karbon kelimesinin asıl kökenini oluşturan Eski Yunanca keramos kelimesi de ocakta pişmiş toprak ya da kiremit ve seramik anlamındadır. Bu ilginç durum, Rahman suresinin 14. ayetinde insanın yaratılışı üzerine açıklama yapılırken, özellikle “fahhar” kelimesi ile tüm canlılar gibi insanın da temel yapı taşlarını oluşturan karbon elementinin kastedildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.



90
EVRİM DÜŞÜNCESİNDE CİNSİYET / EŞEYLİ  ÜREME  VE BUNA KARŞI KUR’AN AYETLERİNDEN İŞARETLER

(Leyl: 3)        :Erkeği ve dişiyi yaratana yemin ederim ki,            
(Kıyame:39)    :Ondan da iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmişti.       
(Zuhruf: 12)   :Bütün çiftleri O yaratmıştır.                  
(Zariyat:49)   :Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız 
(Nebe: 8)      :Sizi çifter çifter yarattık.                   
(Hucurat:13)  :Ey insanlar! biz sizi bir erkekle bir dişiden  yarattık.
(Necm: 45)    :Muhakkak ki erkek ve dişi olan iki çifti O yarattı.
 
Evrim teorisine göre tüm canlılar tek bir ortak atadan evrimleşerek ortaya çıkmışlardır. Yani bir tek hücre cansız maddelerden evrimleşme yolu ile ortaya çıkmış ve bundan sonra ortaya çıkacak canlıların ortak evrimsel atası olmuştur. Bu ilk canlı da ancak eşeysiz üreme yani bölünerek çoğalma yoluyla üremiştir. Başlangıçta sadece bölünerek çoğalma yani eşeysiz üreme vardır. Eşeyli üreme ise evrimin sonraki aşamalarında ortaya çıkmıştır. İşte bu eşeysiz üremeden eşeyli üremeye geçiş, diğer bir deyişle cinsiyetlerin ortaya çıkışına dair evrim teorisinin herhangi bir fosil kaydına yani somut ve bilimsel kanıta dayanan bir açıklaması yoktur. Sadece çok genel ve yetersiz tahminlerle açıklama yapılmaya çalışılmıştır.

Evrimcilerim varsaydığı evrimsel süreci, diğer bir deyişle canlılığın tarihini, bir film gibi kabul edersek ve bu filmi geriye sararak izlersek, bugün yeryüzünde yaşayan tüm eşeyli üreyen yani cinsiyetlere sahip canlıların, eşeyli üremeye ve dolayısıyla da erkek ve dişi olarak cinsiyetlere ayrıldığı dönemin temsil edileceği bir noktaya mutlaka gelmeliyiz. Bu noktadan bir adım öncesi ise eşeysiz üreme yani bölünerek çoğalma olmalıdır ya da biraz uç bir düşünce olarak hermafroditlik yani çift cinsiyetlilik olabilir.

Geçmişini izlediğimiz canlının insan olduğunu farz edelim. Bütün memeli ya da yumurtayla üreyen hayvanlar için de bu durum geçerli olacaktır. İnsanın evrimsel atası olarak kabul edeceğimiz bu canlının bölünerek çoğaldığını düşünelim. Öyle bir noktaya geliniyor ki, bu canlı yine bölünüyor, ama bu kez atası olan canlının genetik kopyası olarak değil de erkek ve dişi olarak kabul edebileceğimiz iki farklı cins halinde bölünüyor. Biri erkek cinse ait özellikleri, diğeri ise dişiye ait özellikleri taşıyor. Bu özellikler çok basit yapıda değişimler olmamalıdır. Çünkü bu değişimler bu canlıların daha sonra üremeleri için gerekli organları meydana getirmelidir. Bunların içine basit anlamıyla cinsel organların yanı sıra üreme hücreleri diyebileceğimiz sperm ve yumurta gibi hücrelerin de vücutta oluşmasını sağlayacak organların ve sistemlerin bulunmasını gerektirecektir. Ayrıca hamilelik ve doğum için gerekli olan rahim gibi organların da bulunması gerekecektir. Üstelik bunların hiçbirini kendilerinin atası olan canlıdan genetik bir miras devralarak kendisine sağlayamayacaktır. Çünkü bölünme yoluyla kendilerinin ortaya çıktığı atalarında böyle bir genetik bilgi mevcut değildir. Böyle birçok gelişmiş organ ve sistemlere sahip olabilen bir canlının bölünen ataları da çok basit canlılar olmamalıdır. Öyle tek hücreli ve ya çok hücreli basit canlılar diyebileceğimiz canlılar olamaz. Bu yüzden bunların herhangi birinin fosil kayıtlarına mutlaka rastlanmalıdır. Günümüzde yaşayan canlıların çok büyük bir bölümünün eşeyli üremeyle ürediğini ve türler olarak bunların sayısını en az on binlerle ifade edilebileceğini göz önüne alırsak, eşeyli üremeye geçişten hemen bir adım önceki bu hallerinin fosil kayıtlarına mutlaka rastlanması gerekliliğini daha net bir şekilde anlayabiliriz. Ancak evrimle ilgili araştırmalarda bu konuda aydınlatıcı olabilecek bir fosil kaydından bahsedildiğine rastlanmamıştır.

Diyelim ki, bu canlılar çok daha basit bir yapıdayken hatta tek hücrelilik aşamasında bölünerek mutasyonlar gibi varsayılan evrimsel süreçlerin etkisiyle iki farklı cinsiyete ayrıldı. Bu canlılar daha sonra da ataları gibi bölünerek çoğalmaya devam ettiler. Yani erkek, erkek olarak; dişi de dişi olarak farklı özelliklere sahip canlılar halinde bölünerek çoğalmaya devam ettiler. Bunlar başlangıçta çok basit yapılı canlılar olacağı için bugün bildiğimiz anlamda üreme organları ve sistemleri henüz oluşmamış olacaktır. Fakat her bir cins kendine özgü ve rastlantısal olarak gelişen evrimsel süreç ve mutasyonlar gibi etkenlerle evrim geçirerek değişime uğruyorlar. Daha sonra bunlar üreme organları ve sistemlerini oluşturacak bir hale gelince eşeyli üreme yapmak üzere bir araya geliyorlar ve kalıtsal özelliklerini taşıyabilecek yavru ya da yavrular oluşturuyorlar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, her biri kendine özgü ve rastlantısal süreç ve koşullardan geçerek evrimleşen bu iki cins canlı, nasıl olup da tam da birbirlerine uygun üreme organlarına ve sistemlerine sahip olacak şekilde gelişebiliyorlar. Hatta bunların anatomi olarak aynı tür canlı olarak gelişmesi bile mucize olarak kabul edilebilir. Örneğin, erkek ve dişi kedinin tek hücrelilikten yola çıkarak, kedi anatomisine sahip birer canlı olarak gelişmesi gibi.

Bunların da dışında uç bir olasılık olarak örneğin insanın hermafrodit yani çift cinsiyetli bir özelliğe sahip olduğu bir dönemin olduğunu ve bu dönemde kendi kendisiyle çiftleşerek yani eşeyli üreme yaptığını var sayalım. O zaman da yine bu şekilde çok sayıda hermafrodit insan ya da onun evrimsel atası sayılan canlının fosil kayıtlarının bulunması gerekirdi.

Bunların yanında eşeyli üremeyi harekete geçiren hormonların ortaya çıkışı da önemli bir sorundur. Çünkü bu hormonlarla ilgili olarak,  eşeyli üremeye başlayan ilk canlılar evrimsel atalarından genetik bir bilgi devralmamışlardır. Zaten bu atalarda eşeyli üremeyi harekete geçiren hormonlar bulunmamaktadır ve bunlara ihtiyaç duymadan eşeysiz olarak üremektedirler.
   
‘’Canlıların çeşitliliğinde bugün her tarafta izlerini gördüğümüz, büyük olasılıkla Kambriyen öncesi dönemde meydana gelen patlamayı doğuran şey, eşeyli üremenin meydana gelişidir. Eşeyli üreme nasıl ortaya çıktı? Anlamlı bir proteini meydana getiren bir gen, ilk atadan bölünme sırasında parçalanarak bir parçası bir yavruya, diğeri de öbür yavruya verilmiş olabilir. Bu protein yaşamsal öneme sahipse, ancak iki birey bir araya gelerek işlevsel döllerin oluşmasını sağlayabilir. Bu, bireylerden belirli bir genomu alana (+), verene de (-) diyerek ilk dişi ve erkeğin ayrımının temelini oluşturulmuş olabilir. Daha sonra eşeysel seçilimle, özellikle çok hücreli canlılarda, ikincil eşeysel özellikler ortaya çıkmıştır’’. 
Ali Demirsoy Prof. Dr. H.Ü.Biyoloji Bölümü

Yukarıdaki alıntıda eşeyli üremeye geçiş konusunda, kanıtlanmış bilimsel verilere değil, tamamen kişisel çıkarımlara dayalı tahminlere yer verildiğini görüyoruz.

‘’Çekirdekli hücre –ökaryotlar– oksijene tamamen uyum sağlamış ve çok az bir değişim göstermiştir. Bu devrimci yeni yaşam formunun ortaya çıkışı gelişmiş eşeyli üremeyi mümkün kılmış ve bu üreme biçimi de evrimin hızını arttırmıştır. Prokaryotlar, bakteriler ve mavi-yeşil alglerden (bunlar fotosentez sayesinde oksijen üretirler) oluşan iki grup organizmayı içerirken, ökaryotlar bütün yeşil bitkileri, bütün hayvanları ve mantarları içerirler. Eşeyli üreme bir başka nitel sıçramayı temsil eder.

Ökaryot veya çekirdekli hücrenin ortaya çıkışı 1,5 milyar yıl önce biyolojik bir devrim yaratmıştır. Eşeysiz tomurcuklanma ve bölünmeden eşeyli üreme çıktı. Böylesi bir ilerleme, iki bireyin kalıtım malzemesinin karışımını sağladı, böylece artık yavrular ebeveynlerden farklı olacaktı. Bu durum çeşitliliği doğurdu, artık bu çeşitlilik üzerinde doğal seleksiyon işleyebilirdi. Her hayvan ve bitki hücresinde DNA, çekirdek içindeki kromozom çiftleri olarak düzenlenir. Bu kromozomlar bireysel özellikleri belirleyen genleri taşırlar. Oluşan yavru, ebeveynlerin özelliklerini kendinde birleştirirken aslında yine de onlardan farklılık gösterir. Eşeyli üremenin kökeni, öyle görünüyor ki birbirini yutan ilkel organizmalarla bağlantılıdır. İki bireyin genetik malzemesi iki kromozom takımına sahip bir organizma üreterek kaynaşıyordu. Ardından daha büyük olan organizma doğru miktardaki kromozoma sahip iki parçaya bölünür. Tek ve çift kromozomlar bir dönem vardı, fakat zamanla çift kromozoma sahip olma durumu tüm bitki ve hayvanların normal varoluş tarzı haline geldi. Bu da çok hücreli organizmaların evriminin temelini oluşturdu.   
 http://www.sonsuz.us/?q=node/1062

Yukarıdaki alıntıda dikkat edilmesi gereken ilk husus, eşeyli üremenin “evrim açısından nitel bir sıçramayı” temsil ettiğinin belirtilmesidir. Evrimin doğasında olması gereken aşamalı ve zamana yayılan değişimlerin, eşeyli üremeye geçiş konusunda işlememesi veya daha doğrusu, bu geçişi açıklamada yetersiz kalışı, böyle bir “sıçrama” nitelemesini zorunlu hale getirmiştir. Evrimin, evrimsel süreçlerle mantıklı bir şekilde açıklayamadığı konularda, en az “yaratılış” kadar doğaüstü ve metafizik sayılabilecek “nitel sıçrama” kavramına sarıldığını görüyoruz. Sağlam bilimsel ve mantıksal temellere dayanmayan bu “nitel sıçrama” kavramının, sınırlarının ne olacağı da belirsizdir. Nitel sıçramalarla neler oluşabileceği, ne gibi değişimler ve oluşumların mümkün olabileceği tamamen hayal gücü ile sınırlanabilen çıkarımlara açık konulardır. Bu konuda çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; içinde insan vücudunu oluşturan elementlerin ve bileşiklerin bulunduğu çamur yığınlarından bir insanın birden bire ortaya çıkıvermesi de bir “nitel sıçrama”nın gerçekleşmesi olarak görülebilir. Bu durumda yaratılış fikrinden daha bilimsel sayılabilecek bir temele dayanılamadığının kabulü gerekir. Aslında yaratılış fikri daha akılcıdır çünkü en azından üstün bir ilme ve güce sahip yaratıcıya dayandırılmaktadır.

Yukarıdaki alıntıda dikkat çekilmesi gereken diğer bir konu daha vardır. Eşeyli üremenin kökeninin, “birbirini yutan ilkel organizmalara” bağlanması da bilimsel ve mantıksal açıdan “nitel sıçrama” açıklamasından daha sağlam değildir. Bir kere birbirini yutan organizmaların varlığı ve bu yutma olayından sonra yutulan organizmanın bütün genetik malzemesini taşıyan kromozomlarıyla birlikte, sindirilerek tamamen yok olmadığının, varsayımlarla değil, bilimsel kanıtlarla ortaya konulması gereklidir.
 
Daha farklı bir açıdan olaya bakalım: Eşeyli üreme için birbirine uyumlu sperm ve yumurta hücrelerine ve bunların bir araya gelerek döllenme olayını gerçekleştirmelerine ihtiyaç vardır. Şimdi, belli bir canlının, örneğin insanın üremesini sağlayan sperm ve yumurta birleşmesinin yeryüzünde ilk kez gerçekleştiği zamana geri dönelim. Varsayılan evrimsel süreçte her şeyin bir ilki olacağına göre, insanda sperm ve yumurta döllenmesi olayının da bir ilki mutlaka olmalıdır. Böyle bir ilkin gerçekleşmesi için bahsettiğimiz özel hücreler olan sperm ve yumurtanın kendilerini üreten bir beden olmaksızın kendiliğinden evrimleşerek var olabilmesi ya da kendilerini üreten bir bedenden kaynaklanmaları gerekir. Kendilerini üreten bedenler olmadan sperm ve yumurtanın gelişmesi ve hatta yepyeni bir canlı oluşturacak şekilde mucizevî bir uyum ortaya koyarak birleşmeleri tamamen hayalî bir fikir olabilir. O zaman bu ihtimalin alternatifi olabilecek bir diğer fikri değerlendirmek gerekecektir. İlk döllenmeden önce insan, erkek ve dişi olarak gelişmiş, fakat eşeyli üremeyle değil, bölünerek çoğalma yoluyla üremiş olabilir. Yani erkek insan ve dişi insan olmak üzere veya bunların günümüz insanına çok da benzemeyen evrimsel ataları şeklinde iki farklı canlı türü bulunmalıdır. Bunlar da mucizevî bir şekilde birbirine tam bir uyum sergileyen eşey hücrelerini yani sperm ve yumurtaları hiçbir genetik miras olmaksızın üretmiş olmalıdırlar. Bu da yetmez, tesadüfen birbirine tam uyumlu olarak evrimleşip gelişmiş cinsel organlar vasıtasıyla ilk cinsel birleşmeyi de gerçekleştirmiş olmalıdırlar. Dahası, hamilelik ve doğum için gerekli organ ve sistemler önceden bir şekilde tam da olması gerektiği gibi gelişmiş olması gerekir.

Daha önce de bahsettiğim uç bir düşünce olarak burada da başlangıçta hermafroditlik ihtimalini değerlendirecek olursak, bu sefer de böyle bir insan ya da onun evrimsel atası sayılabilecek canlının fosil kayıtları bulunması gerekliliği, çözülmesi güç bir sorun olarak karşımıza çıkar.

 
Miller-Urey Deneyi ve Canlılığın Cansız Maddelerden Kendiliğinden Oluştuğu İddiası

“Miller-Urey Deneyi kimyasal evrimin oluşumunu denemek üzere, dünyanın ilk zamanlarında var olduğu öngörülen koşulların benzetim yöntemiyle oluşturulduğu bir deneydi. Bu deney, özellikle Aleksandr Ivanovich Oparin ve J.B.S. Haldane'in, ilkel dünya üzerindeki koşullarda var olan inorganik öncüllerinin kimyasal tepkimeler yoluyla organik bileşikleri sentezlediği hipotezini sınamak içindi. Abiyogenez konusunda klasik bir deney olduğu kabul edilen bu deney, 1953 yılında Stanley Lloyd Miller ve Harold Urey tarafından Şikago Üniversitesi'nde yapılmıştı

Deney, su (H2O), metan (CH4), amonyak (NH3), hidrojen (H2) ve karbon monoksit (CO) ile yapılmıştır. Bu kimyasallar, steril cam tüp ve kaplar dizgesi içinde, dış ortamdan yalıtılmış olarak bulunuyordu. Bir cam kap yarısına kadar sıvı haldeki su ile doluydu, diğer bir cam kapta ise bir çift elektrot vardı. Su ısıtılarak buharlaşma sağlanmıştı, elektrotlar arasında ise kıvılcımlar çakması sağlanarak dünyanın atmosferindeki yıldırımların ve su buharının benzetimini sağlanmıştı. …

Bir haftalık sürekli bir işlemin ardından Miller ve Urey sistemin içindeki karbonun en az %10-15 kadar bir kısmının organik bileşik oluşturduğunu gözlemlemişlerdi. Karbonun yüzde iki kadar bir kısmının da, canlıların hücrelerini oluşturan proteinlerin oluşumunda kullanılan amino asitleri, bol olarak da glisinin oluşturduğunu görmüşlerdi. …”
http://tr.wikipedia.org/wiki/Miller-Urey_Deneyi

Yukarıdaki bilgilerde bahsedilen deneyin sonuçları tartışmalı olduğu gibi, deney düzeneğinde ilkel atmosfer koşullarının uygulanıp uygulanmadığı konusunda da tartışmalar vardır. Ancak biz bu tartışmaları bir yana bırakıp, deneyin ve sonuçlarının doğru olduğunu kabul edelim.

Mademki evrimcilere göre bu deneyin sonuçları,  yani cansız maddelerden organik bileşikler olan amino asit vb. oluşması evrimin tartışmasız bir kanıtını oluşturabiliyor, neden bu deneyden itibaren 50 yıldan fazla zaman geçtiği halde 21.yüzyılın bilim ve teknoloji düzeyi ile ve uygun hale getirilmiş laboratuar koşullarında tamamen cansız varlıklardan tek bir tane ve sadece tek hücreli olsun (bakteri, virüs gibi) bir canlı oluşturulamıyor? Öyle ya, yukarıdaki bilgilerde sadece bir hafta gibi canlılığın oluşum süreci için çok kısa sayılabilecek bir zamanda, canlılığın evrimle oluştuğunun kesin göstergesi saydıkları organik bileşiklerin sentezlenmesi olayı gerçekleşebiliyorsa ve bunlar canlılığın temel yapı taşlarıysa, aylarca ve hatta yıllarca kesintisiz sürdürülebilecek benzeri bir deneyle bir tane de olsa sadece tek hücreli bir canlı oluşabilmelidir değil mi? Acaba evrimi savunanlar neden böyle bir sonuç ortaya koyabilecek bir çalışmayı gerçekleştirip yüzyıllardır süren evrim tartışmalarına bir nokta koyuver(e)miyorlar?

Geçmiş yıllarda ilk yapay canlının üretildiği yolunda medyada haberler çıkmışsa da, bu sadece zaten var olan bir bakteri türünün genleriyle oynanarak ya da kromozomları değiştirilerek, yani tesadüfe yer bırakmaksızın bilinçli ve zekice müdahalelerde bulunarak, başka özelliklere sahip bir bakteri türünün ortaya çıkarılmasından ibarettir. Bu konuyla ilgili olarak çok daha yeni sayılabilecek (Mayıs 2010) bir çalışmada ise başka bir mikrobun genetik haritası kullanılarak elde edilen yapay kromozom laboratuarda bir bakteriye nakledilmiş, yapay DNA’lı hücre çoğaltılarak kullanılan bakteriden farklı bir bakteri türü oluşturulmuştur. Ancak bunlar yukarıda da bahsedildiği gibi bilim ve teknolojinin ulaştığı son imkânlar seferber edilerek ve son derece bilinçli müdahalelerle olabilmiştir. Bu açıdan yapay canlı üretmeye yönelik bu çalışmalar ve hatta bunların başarıya ulaşması, Kuran’ı ve yaratılışı çürütmek bir yana, ayetlerle birebir örtüşerek, bir bakıma doğruladığı da iddia edilebilir. Zira aynen ayetlerde belirtildiği Allah’ın yarattığı DNA ve bakteri gibi canlılar değiştirilerek yeni ve farklı türler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Zaten Kuran-ı Kerim’de “Allah’ın yarattığının değiştirileceği” bilgisi 1400 yıl öncesinden haber verilmiştir. (bkz. 4:118 ve 119. ayetler.)



İNSANLIK TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK BİLİMSEL İLLÜZYON
(EVRİM)

İllüzyon sanatı, izleyenlerin dikkatini başka noktalara çekerek, asıl olayın fark edilmemesini sağlamaya dayanır. Evrimciler de, canlıların, özellikle de insanın biyolojik geçmişinde bazı sanal aşamaların varlığına yönelik, kendilerince belirlenmiş noktalara dikkat çekerek, asıl olayın yani yaratılışın fark edilmemesini sağlamaya çalışırlar. Şimdi bunun nasıl ve ne şekilde gerçekleştirildiğini inceleyelim:

Evrimciler insanın evrimiyle ilgili olarak, bugün yaşayan maymun türleriyle aynı ortak atadan geldiğimizi iddia ederler. Genel olarak “primat” adıyla bilinen canlılar grubunun, insanın da evrimsel ataları olduğu kabul edilir. Daha da geriye giderek en uzak evrimsel ata olarak “ağaç sivrifaresi” adıyla bilinen bir canlı gösterilmektedir. Ancak bu görüş bütün antropologlarca kabul edilmemektedir. Yani bilinen en uzak evrimsel atalarımız hakkında da bir görüş birliği yoktur. (Kaynak: Vikipedi-İnsan Türünün Evrimi)
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_t%C3%BCr%C3%BCn%C3%BCn_evrimi)

Daha sonraki aşamalar için ise primat olarak adlandırılan canlı grubundan insana benzerliğiyle dikkat çeken bazı türler insanın daha yakın evrimsel ataları olarak gösterilir.

“Homininae: 6 milyon yıl önce günümüzün goril şempanze cinslerini oluşturan atalar ayrıldığı varsayılmaktadır            
Gorillini: Unassigned Homininae                   
Hominini – insan türüne giden yol olarak kabul edilmekte    
Hominina: 4,5 milyon yıl önce iki ayağının üzerinde duran hominianlar ortaya çıkmıştır.                         
Ardipithecus, Australopithecus – Yakın hayvan atalarımızın kuzeni olduğu varsayılıyor.                     
Kenyanthropus, Orrorin, Paranthropus, Sahelanthropus, Ramapithecus – Yakın hayvan atamız olduğu ve insanın bilinen en eski soyu ve ilk homo türlerinin ortak atası olduğu varsayılıyor.
Homo: Homo cinsi 3 milyon yıl önce hominianlardan ayrıldığı varsayılıyor
Homo antecessor, Homo cepranensis Homo erectus – Homo habilisten türemiş uzak insan atası olduğu varsayılıyor                  
Homo ergaster, Homo floresiensis, Homo georgicus,
Homo habilis – Modern insanın (Homo Sapiens Sapiens), ilk uzak insan atası,             
Homo heidelbergensis, Homo neanderthalensis, Homo rhodesiensis, Homo rudolfensis,
Homo sapiens – Yakın insan olduğu varsayılıyor,
Homo sapiens sapiens -- Günümüz insanı” (Kaynak: Vikipedi)

Yukarıda bahsi geçen, insanın evrimsel ataları olduğu varsayılan canlı türlerinin hepsi bir omurgaya, gelişmiş bir sinir sistemine ve organlar sistemine sahiptir. Hepsinin bir başı, beyni, gözleri, kulakları, gelişmiş mide, akciğer, bağırsak vs. gibi iç organları ve memeli hayvanlar olarak üreme sistemleri mevcuttur.

Peki, evrimciler bu “illüzyonu” nasıl gerçekleştirirler? İnsanın evrimsel ataları olarak kabul edilen canlıların gelişmiş özelliklere nasıl ve ne şekilde ve hangi zaman aralıklarında sahip olduğunun üzerinde fazla durmazlar. Sadece bazı tahminlere dayalı açıklamalarla yetinirler. Basın yayın organlarında ise, tahminden, fanteziden ve “nitel sıçrama” gibi sınırları hiçbir şekilde belirlenemeyen mantıklı ve bilimsel açıklamalar getiremedikleri için bu konuları gündeme getirmezler. Çünkü ondan önceki aşama şüphe götürmeyecek şekilde yaratılıştır. Eşeyli üremeye geçiş gibi…  Örneğin, bugün vücudumuzda bulunan organlardan ilk olarak oluşanın ve son olarak oluşanın hangisi olduğuna dair, evrimciler tarafından kesin bilimsel kanıtlarıyla ve fosil kayıtlarıyla desteklenen ortaya konmuş bir bilgi mevcut mudur? Bu konulara hiç dikkat çekilmemeye çalışılır. Medyada çıkan evrimle ilgili haberlerde, sadece, insana benzeyen daha eski canlıların fosilleri için “İnsan Evrimindeki Kayıp Halka Bulundu” gibi sansasyona yönelik konular göz önüne getirilir. Üstelik bu tür haberler hemen hemen her yıl tekrar tekrar gündeme getirilir. Tabii bu durum, “İnsan evriminde kaç tane kayıp halka vardı? Hani geçen yıl da bulunmuştu, bu kayıp halkalar hiç bitmeyecek mi?” vs. gibi sorular akla getirmektedir.

İnsanın evrimsel ataları olduğu varsayılan tüm canlıların nasıl, ne şekilde ve hangi zaman aralıklarında (birkaç yüz milyon yıl gibi çok genel bir zaman aralığı vermeden) bugün elde edilen fosil kayıtlarında tespit edildiği haliyle sahip oldukları organ ve sistemlere sahip olduğu konusuna tekrar dönelim. Örneğin, bugün vücudumuzda on tane organ olduğunu varsayalım. Evrimcilerin varsaydığı evrimsel süreç içinde bu organların hepsinin aynı anda birden bire ortaya çıkmayacağı kabul edilmelidir. Zamanda geriye doğru gidersek, şimdi, örnek olarak on adet olduğunu kabul ettiğimiz organlardan daha az sayıda organın bulunduğu bir dönem mutlaka olmalıdır. Mesela midenin ya da kalbin bulunmadığı bir evrimsel atadan hiç bahsedilmez. Bu organların olmadığı dönemlerde bu organların bugünkü işlevlerini neyin ve nasıl gerçekleştirdiği bilimsel olarak, fosil kayıtlarıyla gösteren bilgiler mevcut mudur? Yani somut olarak, “işte, şu canlı da insanın evrimsel atasıdır ve örneğin midesi olmadan önce şu şekildedir ve şu şekilde sindirim yaparak yaşar” gibi fosil kayıtlarına dayanan bir bilimsel açıklama getirilebilmiş midir?

İşte bu konularda bilimsel açıklamalar getirilemediği ve bu haliyle insanları evrime inandırmak mümkün olamayacağı için “bilimsel illüzyon”a başvurmak ihtiyacı ortaya çıkar. Asıl olan yaratılışın fark edilmemesi için, bugünkü insan ırkından önce yaşamış ve nesli tükenmiş olan ve aynı zamanda anatomik olarak insana benzeyen primat türü canlıları günümüz insanından önceki evrimsel basamaklar olarak gösterirler. Oluşturdukları bu basamaklar, (evrim ve yaratılışı canlıların oluşumu hakkında iki ayrı senaryo olarak kabul edersek) evrim senaryosunun karşıtı olan yaratılış senaryosunu herhangi bir şekilde çürütebilen kanıtlar ortaya koyabilmekten de uzaktır. Zira Yüce Allah, bu canlıları zaman içerisinde birbirlerinden sonra ve ya aynı zamana da rastlayabilecek şekilde, fosil kayıtlarında tespit edildikleri haliyle yaratmış ve zamanı gelince de nesillerinin tükenmesini takdir etmiştir. Örneğin, bu primat türü canlıların veya insanın hep iki kollu, beş parmaktan oluşan iki elli ve iki bacaklı olmaları bazı sorular akla getirir. Neden hiç tek bacağı olan fakat ikinci bacağı henüz oluşma aşamasında yani çok küçük olan bir ara formdan bahsedilmez? Örnekleri çoğaltabiliriz. Neden evrimsel atalar olarak kabul edilen canlıların hiç birinde elde ve ayaklarda dört parmak olan ve beşinci parmağın henüz çok küçük ve oluşma aşamasında olduğu bir fosil kaydı gösterilemez? Neden hep gözler iki tanedir, gözün biri tam olarak oluşmuş iken diğer gözün henüz küçük ve oluşma aşamasında olduğu bir ara geçiş formu fosili gösterilmez? Eğer evrimcilerin varsaydığı evrimsel aşamalar ve aşamalı değişimler doğruysa bu tür eksik ya da gelişimini tamamlamamış organlara sahip çok sayıda canlının fosillerine rastlanmalıdır. Oysa evrimciler buna karşılık, ara geçiş formlarının bu şekilde olmayacağını bunun yanlış bir anlayış olduğunu savunurlar. Peki, bu tür çok sayıda ara geçiş fosiline rastlansaydı bunları evrimin bir bilimsel kanıtı olarak görmeyecekler miydi? “Ara geçiş formları böyle olmaz zaten, bunları evrime kanıt olarak görmeyin” mi diyeceklerdi? Herkes biliyor ki bu tür kanıtlara balıklama atlayıp, “işte görüyorsunuz, hala neden kabul etmemekte diretiyorsunuz?” diyeceklerdir. Üstelik bu tür ara geçiş formlarının olamayacağını hangi bilimsel veya mantıksal temele dayandırdıklarını açıklamaya bile gerek duymazlar.

Oysaki günümüzde de insan dahil birçok canlı türünde mutasyonların etkisiyle anormallik içeren doğumlar olmaktadır. Örneğin altıparmaklı el gibi durumlar sıklıkla görülebilmektedir. Ancak her ikisi de altıparmaklı insandan olan bir çiftten bile gayet normal bir ele sahip insanlar doğmaktadır. Örneğin her ikisi de cüce olan iki insandan normal boyda insanlar doğmaktadır. Taşıdıkları cücelik gibi özellikleri genetik olarak sonraki nesillere aktarmaları zorunlu değildir. Peki, mutasyonlar sonucu oluşan bu anormallikler mutlak bir şekilde sonraki nesillere aktarılsaydı evrimciler bunu evrime kanıt olarak kabul etmeyecekler miydi? Bunların mümkün olmadığı görülünce “ara geçiş formları böyle olmaz zaten” denilmekte ve bahsettiğimiz bilimsel illüzyonun gerçekleşmesi sağlanmaya çalışılmaktadır.

İnsan ile şempanze arasındaki genetik benzerlik evrimciler tarafından sıkça kullanılır. Bu benzerlik dolayısıyla şempanzenin insan türünün en yakın evrimsel akrabası olduğu kabul edilir. Bu görüş bile, evrimcilere, ilk bakışta mantıklı görüldüğünden, bu konuda illüzyon için önemli bir fırsat oluşturur. Şöyle bir düşünelim: Sizin, size çok az benzeyen örneğin yedi kardeşiniz var. Sizin yaşadığınız ülkeden ve hatta yaşadığınız kıtadan çok uzakta bir ülkede, size ikiziniz kadar benzeyen bir insan yaşıyor. Sizin de bu benzerliğe dayanarak diğer kardeşlerinizin aslında sizin kardeşleriniz olmadığını, dünyanın öbür ucundaki insanın ise mutlaka kendinizin kardeşi olduğunu iddia etmeniz ne kadar mantıklıdır? Gerçek olan, size çok az benzeyen ya da hiç benzemeyen yedi kardeşinizin de sizin gerçek kardeşleriniz olduğu, diğer size çok benzeyen kişinin ise sizinle hiçbir akrabalık bağı olmadığıdır. Sonuç olarak, eğer benzerlikler evrime kanıt olarak gösterilecekse, bu hiç de sağlam temellere dayanan bir kanıt olmayacaktır.

Evrimci anlayışa göre insan türü evrimin en yüksek zirvesini oluşturur. Özellikle insan beyninin gelişmişlik seviyesi bu anlayışın temelini oluşturan en büyük etkendir. Eğer şempanze, insanla olan genetik yakınlığı, fiziksel benzerliği ve beyinlerinin gelişmişlik düzeyi sebebiyle insanın en yakın evrimsel akrabası sayılıyorsa yine evrimci anlayıştaki başka bir mantığın hiç de sağlam temellere dayanmadığını görebiliriz. Çünkü beyinlerinin gelişmişlik düzeyi ve zekâ bakımından insandan sonra en gelişmiş ve bu yönlerden insana en yakın olan canlı türü şempanzeler değil yunuslardır.


İnsandan sonra en zeki canlı yunus,  şempanze üçe geriledi

Yunuslar insanlardan sonra en parlak beyne sahip canlı. ABD, Atlanta’daki Emory Üniversitesi’nden zoolog Lori Marino’nun yaptığı araştırmada, MR tekniğiyle yunusların beyin haritasını çıkarıldı ve primatlarınkiyle karşılaştırıldı. Şişe burunlu yunusların beynindeki serebral korteksle neokonteksin çok büyük olduğunu belirten Marino, “Yunusların birçoğunun beyni bizimkinden daha büyük ve kütle olarak insan beyninden sonra ikinci geliyor” dedi. Yunuslar uzun zamandır zekâlarıyla tanınıyor, ancak üç yaşındaki bir çocuğun zekâ seviyesine sahip olabilen şempanzelerin, yunuslardan daha zeki olduğu zannediliyordu. Son araştırmayla şempanzeler üçüncü sıraya düştü. Araştırmaya göre yunusların belirgin bir kişilikleri var, kendilerinin farkındalar ve gelecek hakkında düşünebiliyorlar. Aynı zamanda ‘kültürel’ hayvanlar olan yunusların başka yunuslardan yeni davranış biçimleri alabildikleri de açıklandı. Yunuslara insanlarla aynı statünün verilmesini isteyen uzmanlar, bu zeki hayvanların eğlence parklarında kullanılmaları ve eti için öldürülmelerinin zalimlik olduğunu söylediler.”             
Radikal Gazetesi –Ocak 2010
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=972771&Date=06.01.2010&CategoryID=96

Mademki evrimci anlayışa göre insanın en yakın akrabası şempanzedir, neden beyin ve zekâ yönünden de en yakını değildir. Evrimcilerin yarattığı mantık illüzyonuna göre evrimin şu andaki zirvesi insan türüdür ve ona en yakın olabilecek olan da şempanze değil midir? İnsanın maymun türleriyle ve özellikle şempanzeyle ortak atadan geldiği savının temellerinden biri genetik ve buna bağlı olarak fiziksel benzerlik değil midir? Fiziksel benzerliğin akrabalığa sağlam bir kanıt olarak kabul edilemeyeceği örneğini verdik.  Zekâ ve beyin gelişmişliği açısından insana en yakın olan canlılar yunuslar olduğuna göre neden yunuslarla insan türü arasında evrimsel akrabalıktan bahsedilmez? Evrimci anlayışa göre evrimin zirvesi insan türü ise ve ona en yakın olan canlı şempanze ise zekâ ve beyin gelişmişlik düzeyi açısından da en yakın canlının yunus değil şempanze olması gerekmez mi?

Evrimciler evrimin tüm canlıların biyolojik kökenini ve geçmişini açıkladığını veya açıklayacağını iddia ederler. Ancak bugüne kadar 21. yüzyıl bilim ve teknoloji düzeyiyle bile herhangi bir canlının kökeni ve geçirdiği biyolojik aşamalar kesin ve eksiksiz bir biçimde açıklanabilmiş değildir. Örneğin, herhangi bir memeli hayvanın “bir tek hücreden” başlayarak geçirdiği tüm aşamaların zaman çizelgesi halinde günümüzdeki haline kadar biyolojik geçmişini, ne zaman cinsiyetlere ayrıldığını, ne zaman kalp ve beyin gibi organlara sahip olduğunu, ne zaman bir sinir sistemine sahip olduğunu ve ne zaman memeli bir hayvan halini aldığını açıklayan bilgiler ortaya çıkarılabilmiş değildir. Zaten böyle evrimsel aşamalarının tümü açıklanabilen bir canlı var olsaydı bundan bugün tüm insanlığın haberdar olması ve bu canlının isminin de herkesçe ezbere biliniyor olması gerekmez mi?

Yukarıdaki açıklamaları tamamlayıcı bir düşünce deneyi tasarlayalım. Yeryüzünün derinliklerinde, insana dair hiçbir izin bulunmadığı bir zamandan,  örneğin yüz milyonlarca yıl öncesinden kalmış olduğu kesin olan ve deniz kabuklarından oluşan bir fosiller grubu keşfedilmiş olsun. Ancak, bir arada bulunan bu deniz kabuğu fosillerinin çok önemli bir özelliği bulunuyor. Bu kabuklar öyle ilginç bir şekilde dizilmişler ki, bugün için de anlamlı bir yazı oluşturmuş. Yazı aynen şöyle:  “canlılar evrimleşmiştir ve bu yazı da tıpkı canlıların evrimi gibi, hiçbir bilinçli müdahale olmaksızın tamamen rastlantısal olarak oluşmuştur.”

Şimdi şöyle bir düşünelim. Deniz kabuklarının diziliminden oluşan böyle bir yazının içerdiği yargıya, en ateşli evrim savunucuları acaba inanırlar mıydı? Böyle bir yazının gerçekten de bilinçli bir müdahale olmadan tamamen rastlantısal olarak oluşmuş olabileceğine ihtimal verebilirler miydi? Ya da en azından böyle bir şeyi savunabilirler miydi? Hatta bu yazıların milyonlarca yıl içerisinde aşama aşama, ilk olarak tek bir harften başlayıp sonra bir kelime ve sonunda yukarıdaki gibi bir cümle halini aldığı da kesin olarak kanıtlanmış olsun. Bu durumda bile yukarıda bahsi geçen yazının içerdiği yargıdaki gibi rastlantısal olduğunu iddia edebilmek oldukça zor görünmektedir.

Böylesi bir yazıya inanabilmek güçtür, çünkü yazı her ne kadar bilinçli bir müdahale olmadığını ifade etse de bir “bilinç” içerdiği sonucuna varılır. Peki, canlıların genetik şifresini taşıyan, en küçük ayrıntısına kadar hangi özelliklere sahip olacağına dair kütüphaneler dolusu bilgi içerebilen DNA yukarda bahsi geçen yazıdan daha mı az bilinç içermektedir? Evrimciler nasıl DNA’nın rastlantısal olarak oluştuğunu savunabilmektedirler?

"Evrime inanırsanız zayıfların yok olmasına doğal seleksiyonun bir sonucu deyip ses çıkarmazsınız...Ama eğer ALLAH'a inanırsanız zayıfları korumak Allah'ın emridir deyip koruyup yardım edersiniz..."
T.TAŞPINAR





Sayfa: 1 ... 7 8 [9] 10
free counters